27 Şubat 2012 Pazartesi

HOCALI SOYKIRIMI

“Bir ağaca elleri arkadan bağlanan hamile kadın, hemen başında yazı tura atarak bir oyun oynayacaklarını söyleyen iki ermeni askerine, yavrusunu ona bağışlamaları için yalvarıyordu. Ermenilerin ataları bu oyunu 100 yıl önce Anadolu’da Türkleri katlederken oynamışlardı. Şimdi sıra kendilerine geldiği için çocuklar gibi sevinmişlerdi. Sonbaharda ağacından düşecek bir yaprak gibi titriyordu Azeri kadın, elbiseleri yırtılmış ve ayakları çıplaktı.Cebinden bir bozuk para çıkarmıştı kana susamış ermeni askeri, diğeri ise Rus yapımı Kalaşnikofun namlusunda takılı duran kasaturasını çıkartmakla meşguldü. Elindeki parayı havaya atan Ermeni diğerine; “Kız mı? Oğlan mı?” diye sordu. “Kız” dedi diğeri, bu cevap üzerine bahse giren Ermeni, kasaturasıyla bir çırpıda hamile kadının karnını yardı. Yaptığı işten gurur duyan gözlerle bebeğin kasıklarına baktı; “Sen kazandın yoldaş” dedi diğerine, “Peki bebek nasıl beslenecek” dedi uzun boylu Ermeni askeri, “Annesi besleyecek elbette” dedi kısa boylu olan Ermeni ve bebeği kasaturaya takarak annesinin göğsüne yapıştırdı.”


Yukarıda anlattığım olay 25 Şubat 1992’yi 26 Şubat 1992’ye bağlayan gece Hankendi’deki 366’ncı Rus Alayının desteklediği Ermeni ordusunun, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ arazisinde, Hankendi ile Askerân arasında bulunan Hocalı şehrine düzenlediği saldırıda yaşanmıştır.   


Saldırıda 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i yaşlı olmak üzere 613’den fazla insan hunharca katledilmiştir. 1275 kişi Ermeniler tarafından esir alınmış, 500 den fazla kişi yaralanmış, 150 kişiyle ilgili olarak ise her hangi bir ize ulaşılamamıştır. Kuşatma altındaki şehirde insanların çoğu acımasız yöntemlerle öldürülmüş, uluslararası kuruluşlar ve dünya medyası konuyu insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.


26 Şubat 1992 Türk tarihinin en acılı günlerinden biridir. Türkiye’yi “Sözde Ermeni Soykırımı” yapmakla suçlayan Ermeniler saldırı düzenledikleri Hocalı’da dehşet verici cinayetler işlemişlerdir. Ermeniler canlı insanların kafataslarını yüzmüşler, sağ olarak ele geçirdikleri insanları sistematik bir işkenceye ve tıbbi deneylere tabi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bırakmışlardır. Yapılan bu katliamın sonucu olarak 7.000 nüfusa sahip Hocalı’dan yaklaşık 2.000 kişi sağ kurtulabilmiştir.



        Hocalı soykırımı bir trajedidir. Ancak bunu sadece biz belirtmiyoruz. Olaya tanık olan yabancı gazetecilerde Hocalı soykırımını insanlık trajedisi olarak adlandırıyorlar. Örneğin, Ermenileri bugün de korumasından mahrum etmeyen ülke olan Fransa’da gazeteci Jean-Yves Junet şöyle  yazıyor: "..Biz Hocalı faciasına tanık olduk, yüzlerce sivil katledildi. Hocalı çevresinde ne gördükse hepsinin fotoğrafını çekiyorduk. Bu korkunç bir manzaraydı. Ben  yaşlı insanlardan  Alman faşistlerinin  acımasızlığı konusunda pek çok savaş hikayesi dinledim, faşistlerin zulmünü duydum ama Hocalı’daki gibi bir vahşete umarım kimse tanık olmaz.”


Ermeniler neden Hocalı’da soykırım yaptılar? Neden özellikle bu bölgenin elinde kalmasını sağlamayı amaçladılar? Bu sorunun cevabı; Hocalı’nın stratejik konumunda gizlidir. Askerân ile Hankendi arasındaki yolun açılarak, Şuşa dışında eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin tamamının Ermenistan kontrolü altına geçmesi ve soykırım yapılarak insanların gözünün korkutulmasıyla, diğer saldırılar esnasında direnişin daha da zayıf olacağı düşüncesi ve 1915’te Osmanlı Devletinin uyguladığı tehcir sonucunda yapıldığını iddia ettikleri sözde Ermeni soykırımının intikamını almaktır. Hocalı Soykırımı’na bizzat katılan Zori Balayan "Ruhların Tekrar Dirilmesi" adlı kitabında Türklere nasıl işkenceler yaptıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır. Hocalı halkının etnik kimliği Türk olduğu için soykırım yapan Ermeniler Hocalı Soykırımını gerçekleştiren katilleri Ermenistan'da milli kahraman olarak lanse etmektedir. Bu durum Ermenilerin nasıl bir ruh haline sahip olduklarının apaçık bir göstergesi değil midir? 

Hocalı'da yaşanan vahşette daha vahim olayların yaşandığı bilinmektedir. Ancak işkencelere maruz kalan kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar bugün hayatta olamadıkları için bu kadarını biliyoruz. Dünya kamuoyu Hocalı'da yaşanan trajedinin tekrarlanmaması için bu soykırımı bilmeli ve insanlığa karşı işlenen bu suçu hesabını sormalıdır.

Bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu vahşet için BM, AB, Af Örgütü, İnsan Hakları gibi uluslararası kuruluşlar gereken özeni göstermemişler ve Azerbaycan'ın topraklarının işgaline de ses çıkarmamışlardır. Bu sessizlik Ermenilere vermiş oldukları desteğin gizli ifadesidir. Bu vahşetin hesabı ne zaman sorulacak? Ne zamana kadar dünya, insanlık için sessiz kalacaktır. Anne, babalarının önünde çocuklara işkence yapıp öldüren Ermeniler, günümüze kadar insanlık yanında demokrasiden konuşanlar, hala sessiz ve utanmaz davranışlarına devam etmektedirler. İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Bu doğruyu her ne kadar görmek istemeseniz de tek bir gerçek var ki! İnsanlığa karşı işlenmiş büyük bir suç olan Hocalı soykırımı Ermeni tarihinde kara bir leke olarak yerini alacaktır.


                                                                                Aydın ŞİMŞEK
                                                                               26 Şubat 2012
                                                                               Twitter.com@aydin2850

12 Şubat 2012 Pazar

Ermeni Sorunu Nedir?

Ermeniler, Türklerin 1071 yılındaki Malazgirt Zaferiyle Anadolu’ya yerleşmesinden itibaren, her zaman Türklerin yanında olan, güvenilir bir topluluk olmuşlardır. Osmanlılar zamanında “Millet-i Sadıka (Sadık Millet)” ünvanını alan Ermeniler, 1856 Islahât Fermanı’nın ilanı, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ve bunun akabininde diğer büyük devletlerin Rusya’yı engelleyebilmek amacıyla topladıkları Berlin Konferansı sonucunda Osmanlıya karşı harekete geçmiş ve geçirilmişlerdir.   

Ermeni Sorununu sadece Islahât Fermanı, Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferası’nın sonucuna bağlamak genel resme bakmamızı engelleyecektir. Bu nedenledir ki Ermeni Sorununu ele alırken dönemin siyasi şartlarını da muhakkak göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. 18.yy.da başlayan sanayi devriminin getirdiği sömürgecilik anlayışı ile birlikte özellikle Rusya’nın Osmanlı’yı hasta adam olarak görmesi ve diğer büyük devletlerin Osmanlı Devletini parçalamak ve bölüşmek istemesi konunun başlangıcıdır. Osmanlı Devletini sömürge haline getirmek isteyen bu devletler, 1789 Fransız İhtilâlinin getirmiş olduğu milliyetçilik akımını, Osmanlı Devleti’ne karşı bir silâh olarak kullanmışlardır. Ermeniler balkanlarda başlayan Sırp ve Yunan ayaklanmaları sonucunda azınlıkların bağımsızlıklarını kazandıklarını görmüşlerdir. Bu milletlerin bağımsızlıklarının kazanmasının bir sonucu olarak Ermenilerde bağımsızlıklarını kazanabilecekleri düşüncesi ortaya çıkmıştır.  

Sömürgecilik ve milliyetçilik etkenlerinin yanı sıra Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Ermenilerin, Hıristiyan olması büyük devletleri bu konuyu da istismar etmeye yönlendirmiştir. Osmanlı Devletinin yıkılma döneminde sadece Gregoryen mezhebine bağlı olan Ermeniler, Rusya’nın Ortodoksların, Fransa’nın Katoliklerin ve İngiltere’nin Protestanların hamîliğine soyunması nedeniyle bu mezheplerin etkisinde kalmışlardır. Büyük devletlerin Osmanlı Ermenilerine ve diğer Hıristiyan toplumlara gösterdikleri bu ilginin temelinde azınlıkları himaye ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalede bulunabilmek ve Devleti parçalamak amacı yatmaktadır. Binaenaleyh, Ermeni Kilisesi büyük devletlerin “Bağımsız Ermenistan” sözüyle kandırılarak kuvvetli bir Türk düşmanlığı teması işlemeye başlamış ve büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki oynadığı oyunlarda öncü olmuştur.

Berlin Konferansı sonucunda imzalanan Berlin Antlaşmasının 61.maddesinde belirtilen “Bâbıâli, Ermenilerin oturdukları vilayetlerin yerel şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı ve Kürtler ile Çerkezlere karşı emniyet ve huzurlarını korumayı taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir.” hükmüyle Ermeniler kendilerini büyük devletlerin ortak koruması altında görmeye başlamışlardır.

Berlin Antlaşmasının kabulünden sonra Türk-Ermeni ilişkileri iki farklı boyut olarak önümüze çıkmıştır. İlk boyutu, büyük devletlerin Osmanlı Devletine yaptıkları baskı ve müdahaleleri, ikinci boyutu ise Ermenilerin Hınçak ve Taşnak gibi gizli örgütler kurarak silahlanmalarıdır. Bu örgütlerin amacı Osmanlı Devleti içinde isyan ve tedhiş hareketleri çıkartarak “Bağımsız Ermenistan” ülküsünü gerçekleştirmek olarak özetlenebilir.

Ermeniler bu iki örgütün önderliğinde ilki 1890 yılında Erzurum’da olmak üzere Anadolu’da birçok isyan çıkartmışlardır. Bu isyanların Osmanlı Devleti tarafından bastırılması “Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor” şeklinde dünya kamuoyuna sunulmuş ve büyük bir infial uyandırılmaya çalışılmıştır.

15 Nisan 1915 tarihinde Van’da çıkan isyan hareketi sonrasında Osmanlı Devleti Ermeni halkını korumak adına Ermeni Patriğini uyarmıştır. Ancak Ermeniler bu uyarıyı bir zaaf olarak değerlendirmiş ve amaçlarına ulaşmak için çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bunun üzerine Osmanlı Devleti olaylara son vermek adına 24 Nisan 1915 tarihinde Hınçak ve Taşnak Örgütlerinin ileri gelenlerini tutuklamıştır. Ermeniler bu tutuklamaları “Ermeni Soykırımı” olarak nitelemişlerdir. 14 Mayıs 1915 tarihinde Van’dan Osmanlı Kuvvetleri’nin çekilmesinin ardından şehirde kalan yirmi bin üzerinde Türk katledilmiştir. Bu olayların doğal sonucu olarak Osmanlı Devleti bir takım önlemler alma yoluna gitmiş ve 27 Mayıs 1915 tarihinde geçici bir kanunla “TEHCİR” kararı çıkarılmıştır.

Tehcir kararı çıkacak bir isyana karşı alınan bir tedbir değil, var olan isyan ve düşman ordusuyla yapılan işbirliğine  karşı olarak alınmış fiili bir tedbirdir. Bu sebeple yapılan uygulama planlı ve siyasi amaçlı olarak değil, sivillerin ve askeri birliklerin  güvenliğini sağlamak adına yapılmıştır. Ermenilere uygulanan tehcir yaklaşık bir yıl sürmüş ve 15 Mart 1915 tarihinden itibaren uygulama durdurulmuştur. Osmanlı Devleti tehcirde ihmali bulunan asker ve sivil tüm görevlilerini yargılayarak, idam dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırması Osmanlı Devleti’nin konu üzerinde ne kadar hassas davrandığının göstergesidir.    

Osmanlı Devleti tarafından uygulanan tehcir kararının soykırımla bağdaştırmak ne derece doğrudur? Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, ilk önce soykırımın ne anlama geldiğini anlamaya çalışmalıyız.

Soykırım kelime olarak ilk kez Polonyalı Yahudi hukukçu Ramphael Lemkin tarafından 1943 yılında Yunanca “genos” (aile,soy) kelimesi ile “cide” (öldürme,katletme) kelimesinin birleştirilmesi ile türetilmiştir. Türkçe’de “jenosit” olarak da kullanılmaktadır. 9 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen Soykırım Sözleşmesinin 2. maddesinde soykırımın tanımı yapılmıştır. Bu maddeye göre;

“Bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a.       Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b.      Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c.       Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d.      Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e.       Gruba mensup çocukları bir başka gruba nakletmektir.”

Yukarıdaki anlaşma maddelerini kendimize kılavuz olarak aldığımızda Ermenilerin Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde bağımsız bir ülke kurmak için silahlı faaliyetlerde bulunması, Ermenilere siyasi bir grup niteliği kazandırmaktadır. Bu nedenledir ki Osmanlı Devleti Rus işgal ordularıyla işbirliği yapan, sivil halkına zulüm eden, askerini arkadan vuran Ermenileri savaş bölgesi dışına çıkarmak için tehcir kararını almış ve uygulamıştır.

Tehcirin askeri geçerlilik sebepleri bugünkü hukuk şartlarında da geçerlidir. Dönemin şartlarının gereği olarak tehcir uygulanmamış olsa idi, Doğu Anadolu bölgemizde Türk-Müslüman nüfusuna soykırım uygulanarak bağımsız bir Ermeni Devleti kurulması kaçınılmaz olacaktı. Bugün geldiğimiz noktada ise dünya kamuoyu hiçbir dayanağı olmayan iddialarla yönlendirilmektedir.“Türkler Ermenilere Soykırım yapmıştır” propagandası yapılarak Türkiye’ye karşı bir ön yargı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Günümüzde Ermeni iddiaları küresel bir tehdit olmuş ve Türkiye’nin dış politikasında sürekli bir baskı altında tutulma aracı olmuştur.

Geleceğimizi ipotek altına alacak mesnetsiz iddiaları kabul edemeyiz. Yapılan  suçlamaların hiçbir hukuki kaynağı bulunmamaktadır. Bu suçlamaları hukuku bilmeden yapanlar kadar; soykırımı kabul edenleri ve özür dilesek ne olacak diyenleri de maalesef görmekteyiz. Soykırım suçlamaları ne Kıbrıs Sorunu’na ne de Terör Sorunu’na benzer. Bu sorun biz soykırım yapmadık, etmedik  demekle yetinenlerin, bu konuda halen bir devlet politikası üretememiş olanların çözebileceği bir sorun değildir.

Bu bakımdan aktif ve yaratıcı bir dış politika geliştirilmeli ve stratejik planlamalar yapılarak yürürlüğe koyacak kurumlar oluşturulmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu sorun kapsamında elinde bulunan en büyük silahının arşivleri olduğunun unutulmaması gerekir. İsmet İnönü’nün Lozan’da kendisini itham eden İngiliz başdelegesi Lord Curzon’a hitaben söylediği “Türk milletinin elleri bilhassa temizdir” cümlesinin arkasında durulmalıdır...
                                                                                                           
                                                                                           Aydın ŞİMŞEK
                                                                                           12 Şubat 2012
                                                                                          Twitter.com@aydin2850