15 Kasım 2012 Perşembe

TEK PARTİ VE CAMİLERİMİZ


Türkiye’de son dönemlerde, tek parti döneminde camilerin kapatıldığı, depo, ahır, otel vb. şekilde kullanıldığı söylemi geliştirilerek Cumhuriyetimize ve kurucularına saldırılmaktadır. Bununla da yetinmeyen bu kişiler, İsmet İnönü’yü kafir olarak niteleyerek, camilerin kapısına kilit vurdurduğunu, etrafına asker dikmek sureti ile camilere kimseyi sokturmadığını ve bu camileri sürekli teftiş ettiğini belirtmekte ve insanlarımızı kandırmaktadır. Dedikodulara dayanarak ve edindikleri belgeleri kendi düşüncelerine göre yorumlamaktadırlar. Yazdıkları kara propaganda yapan kitaplarını delil olarak gösteren bu kişiler, dini duyguları istismar ederek yurttaşlarımızı, Atatürk ve Cumhuriyet’imize karşı  insafsızca ve vicdansızca kışkırtmaktadırlar.

İslamiyet’e göre Allah insana şah damarından bile daha yakın olduğundan, Hz.Muhammed (S.A.V.)’in İslamiyet’i yaymaya başladığı zamanda cami bulunmamaktadır. Her yer ibadethane olarak görülebilmektedir. Bu nedenle İslamiyet yayılmasını tamamlayana kadar Hz.Muhammed (S.A.V.) cami inşa ettirmemiş. Yayılma sürecinin tamamlanmasından sonra şatafatı olmayan, sade mescitler yaptırmıştır. Emevilerin dinimizi istismar etmeye başlaması ile birlikte görkemli ve şatafatlı camilerin yapılmasına başlanmıştır. Emeviler cami yapımlarını bir şov aracı haline getirerek insanların gözlerini boyamışlardır. Günümüz Türkiye’sinde de birkaç sokak arayla camilerin yapılmasının nedeninin din sömürüsüyle oy peşinde koşulması olduğunu artık çocuklar bile bilmektedir. Peki ülkemizin milli kaynaklarını bu şekilde har vurulup harman savrulması günah değil midir? Bu israf değil de nedir?

Milli mücadelemiz, düşmanı vatanımızdan def etmekle bitmemiş ve yüzyıllarca uyutulmuş olan kör cahil toplumun devrimlerle uyandırılması gerekmiştir. Bin bir yokluk içinde yola koyulan genç cumhuriyetin yöneticileri, 1927 yılında 14 milyon nüfusa sahip Türkiye’de 14.425 okula karşılık 28.705 cami olduğunu tespit etmişlerdi. Bu nedenle 17 Nisan 1927 tarihli 1011 sayılı bütçe kanunun 14.maddesi ile Türkiye’nin ihtiyacı olarak ne kadar cami ve din görevlisine ihtiyaç olduğu 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir. Cami ve Mescitlerin Sınıflandırılması Hakkındaki Nizamname 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir. O tarihte 14 milyon nüfuslu bir ülkeye, 28.705 caminin ihtiyaca göre fazla olduğu açık bir şekilde görülmektedir.       

Büyük bir mücadele vererek ülkemizi kuranlar, şatafata ve gösterişe prim tanımamıştır. Din düşmanı yaftası yemek uğruna ateşle imtihan vererek küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri ihtiyaç fazlası camileri atıl bir şekilde bekletme lüksü bulunmamasından dolayı dönüştürmüş ve satmıştır. Kısacası milletin hoşuna gittiği şekilde değil milletin yararına göre davranmışlardır. Hayrat kütük defterinin incelendiğinde 1926 ile 1972 arasında 494 cami arsası 722 mescit arsası 598 cami ve 995 mescidin satıldığını ve bu satışların çoğunluğunun Demokrat Parti tarafından yapılmış olduğunun gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Bu dönem için ihtiyaç fazlası camilerin akıbeti ön plana çıkartılırken neden kimse daha fazla okulun, halkevinin açılmadığının ve köy enstitülerinin neden kapatıldığını sorgulaması gerekmez mi?

Şimdi gelelim İsmet İnönü’nün niçin kafir olarak adlandırıldığına;

İtiraf etmek gerekirse gerçekten İsmet İnönü camilere kilit vurdurmuş, asker dikerek kimseyi içeriye aldırmadığı gibi askerleri teftiş dahi etmiştir. Hatta yaptığı teftişlerde nöbetçilere içeri kimseyi sokmuyorsun değil mi? diye de sormuştur. Alternatif tarihçilerin buradaki söylemleri kesinlikle doğrudur.

Ancak;


İsmet İnönü, yukarıda saydıklarımın hepsini İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordularının
sınırlarımıza dayanmış olduğu günlerde, aramızda saldırmazlık anlaşması olmasına rağmen, Hitler ve ordusuna güvenmeyerek ülkemizi hedef alabileceğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Hz.Muhammed (S.A.V.)’in sancağını, kılıcını, hırka-i saadetini, Hz.Osman’ın kanlı Kuran-ı Kerim’i gibi bir çok tarihsel ve dinsel anlamı olan kutsal emanetleri görevlileri ile birlikte Alman uçaklarının menziline girmeyen Niğde’ye nakletmiş ve burada üç camiyi depoya dönüştürerek koruma altına almıştır. Kaldı ki bu tarz önlemler Osmanlı zamanında alınmış ve 93 Harbi sırasında Rumeli’den İstanbul’a göç etmek zorunda kalanlar Ayasofya, Sultanahmet, Beyazıt gibi camilerimizde kalmışlardır. Tarihi ve dini değeri olan bu eserleri İsmet İnönü’nün koruma altına almasından dolayı gerçek Müslümanlar ona teşekkür etmelidir. Zannederim ki İsmet İnönü’ye saldırmak için ağzının suyu akanların hevesleri kursaklarında kaldı. Kendini dindar, milliyetçi, liberal, solcu olarak niteleyen bu insanların Atatürk, İsmet İnönü ve Cumhuriyetimize olan düşmanlığının nedeni nedir? Anlayabilmek mümkün değil !!! Anlayabilen varsa beri gelsin…
 
Günümüzde milli karakterlerimizi, ibadet yapmayı yasaklamakla ve kafirlikle suçlayanlar !!! Türkiye’de ezanlar susmamış ve camilerde ibadet yapılmaktaysa, bunu Mustafa Kemal  Atatürk başta olmak üzere tüm silah arkadaşlarının kelle koltukta vermiş oldukları milli mücadele hareketine borçlu olduğunu aklından bir an dahi çıkartma ve gerçek bir Müslüman isen alınan önlemleri beğenmesen dahi eleştirini yaparken vicdanının sesini dinle…

Son olarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm silah arkadaşlarını ve tüm şehitlerimizi minnetle anıyor ve önlerinde saygıyla eğiliyorum. Mekanınız cennet olsun…

Not: Bu yazım 10 Kasım 2012 tarihinde www.guncvel61.com internet sitesinde yayımlanmıştır.                                                                                               
                                                                                                 Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                 10 Kasım 2012
                                                                                                 Twitter.com@aydin2850

24 Eylül 2012 Pazartesi

İSTİKLÂL MAHKEMELERİ


Cumhuriyet tarihinin yüz karası olarak gösterilen İstiklâl Mahkemelerine ait önemli belgeler gün ışığına çıkartılıyor? Yakın tarihin gizli kalmış günahlarından olan İstiklâl mahkemelerinden hesap sorulacak !!! gibi birçok haber ve yazı okumuş ya da dinlemişsinizdir. Bu haberler yakın zamanda öyle bir durum aldı ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerinin, sadece ve sadece dindar yaşayışlarından dolayı İstiklâl Mahkemelerince idam edilen, kurşuna dizilen, yüz binlerce masum insanın kanları üzerine kurulmuş olduğu dile getirilmeye başlanmasına ramak kalmıştır. Kimi yazarlar ise İstiklâl Mahkemelerini Cumhuriyetimizin getirdiği yenilikleri ne pahasına olursa olsun insanlara empoze edilmesini sağlamak uğruna beş yüz bin kişiyi telef eden bir kıyımhane olarak nitelendirmektedirler.

İstatistik kurumu genel müdürlüğünde gözü olan cellatların, sarıklı sakallı beş yüz bin kişi astığını belirten sözlerini, gözlerini yumarak kayıtsız şartsız, hiçbir araştırma yapmaya gerek duymadan kabul ederken parmak hesabı dahi yapmayı akıl edemeyen akl-ı selim yazarlarımızın, İstiklâl Mahkemelerini sorgulaması ne kadar doğrudur?

İstiklâl Mahkemeleri, yeni filizlenmiş bir çiçek olan Cumhuriyetimizin kökünden koparılmasına yardımcı olmaya çalışanların, ellerinden kurtulmasına olanak sağlayan kurum olmuşlardır. Ülkemizin modernleşme gayreti içerisinde olduğu, makus talihimizi yenme çabası verdiğimiz o günlerde bir zorunluluk olarak, birliğimizi ve dirliğimizi sağlayan en önemli unsurlarımızdan olmuştur.

İstiklâl Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihimizde iki farklı zamanda hizmet vermiştir. İlk dönem Eylül 1920-Ekim 1923 tarihlerini kapsamaktadır. Bu dönemde on üç mahkeme kurulmuştur. Mahkemeler ısrarlı asker kaçakları, asiler, hainler, bozguncular, ırz düşmanları, işgalciler ile işbirliği yapanlar vb. kişiler hakkında 3811 idam kararı vermiş ancak 2827 kişi hakkında karar tecil edilmiş ve 1054 kişi hakkında idam kararı infaz edilmiştir.

İkinci İstiklâl Mahkemeleri dönemi ise 1923-1927 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönem içerisinde, İstanbul, İsyan Bölgesi ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri olmak üzere üç ayrı şekilde kurulmuştur. İstanbul İstiklâl Mahkemesi, Emir Ali ve Ağa Han'ın yalanlarla dolu olan mektubunu yayımlayarak ikilik çıkarmaya çalışan İstanbul gazeteleri yöneticileri ile suikasttan sanık İlyas Sami Kalkavan ve arkadaşlarının davalarına bakmıştır. Bu davaların sanıkları hakkında beraat kararı verilmiş ve idam kararı çıkmamıştır.

İsyan  Bölgesi İstiklâl Mahkemesi ise Şeyh Sait isyanı, Şeyh Eyüp ve Dr.Fuat, Seyid Abdulkadir, Mühendis Ali ve arkadaşları, İstanbul gazetecileri, Kürt Teali Cemiyeti, asker kaçakları gibi davalarda 5010 kişiyi yargılamış ve 350 kişi hakkında idam kararını uygulamıştır.

Ankara İstiklâl Mahkemesi ise, Kelime-i Şehadet düşmanları ile işbirliği yapan İskilipli Atıf hoca ve arkadaşları, İzmir Suikastı, Eski İttihatçılar ve Fransız Casusu gibi davalarda 2346 kişiyi yargılamış ve bu kişilerden 1343’ü beraat ederken 226 kişi hakkında idam kararı vermiştir. İkinci dönem içerisinde mahkemelerin verdiği infaz kararı ise 576’dır. Böylece 1920-1927 yıllarında İstiklâl Mahkemelerinin toplam idam sayısını yaklaşık olarak 2100 diyebiliriz. Sizce bu kişiler, kaynak olarak nitelendirdikleri paçavralarına dayanarak, yüz binler öldürüldü yalanını yüzü kızarmadan söyleyebilir mi? Gerçeğe ne kadar saygı gösterebilirler?

Müslüman bir ülke olarak laikliği benimseyen ve demokrasi yoluna baş koymuş yeni bir rejim olan Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde kendisine rol model alabileceği bir örnek bulunmamaktaydı. Bu nedenledir ki her rejim kendi varlığını garanti altına alacak düzenlemeler yapmıştır. Cumhuriyetimiz ise düzenlemesini İstiklâl Mahkemeleri vasıtası ile yapmak durumunda kalmıştır.  İstiklâl Mahkemeleri almış olduğu kararlarda insan yapısının doğası gereği elbetteki hatalar yapmış olabilir. Bu kararlar günümüzde tartışılabilir. Ancak Cumhuriyetimizin İstiklâl Mahkemelerini kullanarak teröre yöneldiğini, kıyım yaptığını söylemek ise tek kelime ile insafsızlıktır. Cahil söylemler ile halkın dikkatini İstiklâl Mahkemeleri üzerine kanalize etmeye çalışmaktansa, bu mahkemelere tekrar ihtiyaç duyulmasına engel olmak daha doğru olmaz mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gözü dönmüş emperyalistleri mağlup ederek varlığını sürdüren bir halka sahip olması nedeniyle Cumhuriyet  rejimini kısa sürede benimseyebilmiştir. Cumhuriyete karşı olanların her türlü kin ve nefret tohumu ekmesine rağmen Türk devrimi dünyadaki en az kan dökülen ihtilâl olma özelliğini kazanmıştır.

Düzenbaz kalemşorlar, İstiklâl Mahkemeleri’nin kıyım yaptığını zihinlere yerleştirerek, Müslüman halkımızı Mustafa Kemal ve Cumhuriyete karşı fitillemeyi gaye olarak benimsemişlerdir. İstiklâl Mahkemelerinin, masum insanları toplu mezarlara gömdüğünü, kurşuna dizdiğini ve idam ettiğini iddia eden şarlatanlar !!! nedense İstiklâl Mahkemeleri hakkında Türkiye Cumhuriyeti’ni bir kaşık suda boğmak isteyen emperyalist devletlerin, yazılı ve görsel basınında tek bir satır dahi bulunmamasını açıklayamazlar.

İstiklâl Mahkemeleri konusunda ki maksatlı yalanlarını düşünce özgürlüğü zırhına büründürenler, Mustafa Kemal’e ve kazanımlarımıza saldırarak alternatif bir tarih oluşturma gayesini gütmektedirler. Günümüz dünyasında yalan söylemenin doğruları söylemekten daha çok yarar sağladığı düşünülürse, ülkemizin ve devrimimizin içerden ve dışardan gelecek olan tehlikelere karşı dik durabilmesi ve geçmişte yaşamış olduğumuz kötü anıların tekrar yaşanmaması için tüm milliyetçi ve cumhuriyetçi güçlerin tek yumruk olması kaçınılmazdır. Unutmayın ki !!! Samsun’a çıkacak birisini daha bulamayabilirsiniz…


Not-1: Prof.Dr.Ergün Aybars’ın İstiklâl Mahkemeleri iki ciltlik kitabında daha geniş bilgi bulabilirsiniz.

Not-2: 23 Eylül 2012 tarihinde www.kemalistler.net adresinde yayımlanmıştır.

                                                                                                  Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                 23 Eylül 2012
                                                                                                 Twitter.com@aydin2850

BÜYÜK VATAN DOSTU VAHİDETTİN !!!


Günümüz Türkiye’sinde en çok söylenen Cumhuriyet Tarihi yalanlarından birisi Vahidettin’in vatan haini olmadığı ve dönemin şartları gereği bu şekilde hareket ettiği yönündedir. Bu yalan herkesin diline pelesenk olmuştur. Vahidettin’in vatan haini olmadığını ileri süren yobaz yazarlar ise yalanlarını insanlarımızın gözleri içerisine bakarak, “Resmi tarih yalan söylüyor, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Atatürk’ü o görevlendirdi.” sözleri ile beyinlere kazımaya çalışmaktadır. Bu yazımızda vatan hainliğinden neredeyse Kurtuluş Savaşı kahramanı ilan edilme noktasına getirilmiş olan Vahidettin’i hep birlikte tanıyacağız.

Vahidettin, 1861 yılında Padişah Abdülmecit’in 30 çocuğundan 23’üncüsü olarak dünyaya gelmiştir. Babasını dört aylıkken kaybetmiştir. Çocukluğu ve gençliği dışa kapalı kendi iç dünyasında olan bir ortamda geçmiştir. Ağabeylerinin darbelerle birer birer tahttan indirilmesine tanık olan Vahidettin, esas veliaht Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi üzerine veliaht olmuştur. Ağabeyi Sultan Reşat’ın ölümü üzerine 58 yaşında tahta oturmuştur. Milli mücadelenin kazanılmasından sonra bir İngiliz zırhlısı ile yurttan arkasına bakmadan kaçan Vahidettin 15 Mayıs 1926’da kalp krizi geçirerek San Remo’da vefat etmiş ve naaşı Şam’da defnedilmiştir.

Vahidettin’e yakın olanlar onu, iyi bir baba, duygulu biri, cömert, çok sigara içmesine karşın zaman zaman içki içen, yobaz olmayan bir dindar olarak tanımlarlar. Aynı zamanda iyi bir besteci olduğu bilinir. Aile hayatı son derece modern bir tarzdadır. Vahidettin’nin eşlerinin, kızlarının ve torunlarının hepsinin başı açıktır. Ailesinde bulunan bayanların giyimleri çok şık ve dönemin Avrupa modasına uygundur. Bir Osmanlı geleneği olan gelinlerin düğünden önce damatla görüşmemesi kuralını Vahidettin, kızı Ulviye Sultanı damadı İsmail Hakkı ile görüştürerek yıkmıştır. Yobaz yazar ve tarihçi takımının iddialarının aksine Vahidettin, bağnaz ve aşırıcı dinci olmayan bir padişahtır.

Vahidettin, diğer yönlerdense çocukluğunda birçok rahatsızlıklar geçirmiş olmasından dolayı sağlıklı biri olmadığı, heyecanlı bir yapıya sahip olduğu, II.Abdülhamit’in muhbiri olmasından kaynaklanan kötü bir şöhreti olduğu, kurnaz ve paraya düşkün biri olarak tanımlayabiliriz. Bunların haricinde Vahidettin, Alman düşmanı olmasının yanı sıra koyu bir İngilizci olduğunu söyleyebiliriz. İttihat ve Terakki düşmanı olan Vahidettin Hürriyet ve İtilaf partisine yakın birisidir.

Vahidettin, Mondros Mütarekesi’ni imzalaması için görevlendirdiği hain Damat Ferit’e hilafetin, saltanatın ve Osmanlı Hukukunun tamamını koruması, herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse bunu siyasi yönden değil sadece yönetsel yönden verilmesi için diretmesi gerektiği direktifini vermiştir. Vahidettin’in vermiş olduğu bu emirde vatandan önce ben dediği ve tahtını kaybetme korkusu olduğunu şüpheye yer vermeyecek şekilde kanıtlamaktadır.

Vahidettin tahtını kaybetme korkusu yüzünden İngilizlere birçok kez yakarıp yalvarmış ve tam bir İngiliz ajanı gibi davranmıştır. Batı kamuoyuna Türk Milli Mücadelesini anlatması için Mustafa Kemal tarafından görevlendirilen Yusuf Kemal Bey, İstanbul’da padişahı ziyareti esnasında kalmış olduğu eve Vahidettin’in ajanları tarafından, bir operasyon düzenlenmiş ve valizde bulunan gizli belgelerin fotoğraflarını çektirmiştir. Bu belgelerin en kısa  sürede İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’a ulaşmasını sağlamıştır. Bu durumu yalan olarak niteleyeceklere hemen ufak bir bilgi verelim. Bu olayı biz değil, İngiliz dışişleri bakanlığı arşivleri aktarmaktadır. İngilizler bu belgelerin kedilerine ulaştırılmasına çok sevinmişlerdir. Vahidettin, ulusal sırlar içeren bu belgeleri İngilizlere vermekle vatan haini olduğunu kendisi kanıtlamıştır.


Sahtekar üstatların büyük vatan dostu olarak adlandırdığı Vahidettin’in meziyetleri bununla da sınırlı değildir!!! Ülkenin yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakarak bağımsızlıktan vazgeçmiş ve bunları imza altına alıp İngilizlere sunarak ne kadar ciddi olduğunu göstermiştir. Ayrıca Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı da imza ederek, vatanımızı savunmaktan ne kadar aciz olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Şimdi sevr antlaşmasını imzalayan, İngilizlere yaltaklanan, vatan haini Damat Ferit’i beş kez sadrazam yapan Vahidettin için dinsel gerekçelerle Cumhuriyet karşıtı yobaz yazarların ileri sürdüğü ve Vahidettin’i Kurtuluş Savaşı kahramanı olduğunu iddia etmelerine neden olan “Paşa paşa devleti kurtarabilirsin” sözlerine gelelim. Gerçekten Vahidettin, vatanı kurtarabileceğini iyi analiz ederek, ileri görüşlü bir devlet adamlığı duruşu sergileyerek, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya göndermeye cesaret edebilmiş midir?

Vahidettin’in sarayında Mustafa Kemal’e söylediği sözlerin tamamı şudur: “ Paşa Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!” Günümüz şarlatanları Vahidettin’in Mustafa Kemal’i bu sözlerle görevlendirdiği ve bu sözleri milli mücadele için gizli bir işaret verdiği şeklinde yorumlamışlardır.

Vahidettin’in Mustafa Kemal’i İngilizlerin Anadolu’daki isyanların önlenmesi konusunda 21 Nisan 1919 tarihinde vermiş oldukları notaya karşılık olarak görevlendirdiği doğrudur. Ancak gizli bir kurtuluş planından bahsetmek ise insanların hastalıklı hayal güçlerinin en güzel kanıtıdır.

“Babam Abdülmecit’ten miras aldığım İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlar ile İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum.” sözleri Vahidettin’e aittir. Sorarım sizlere bu sözleri sarf eden bir padişah nasıl olur da vatanın kurtulması için gizli planlar yapabilir? Gerçek bu kadar ortada iken bulandırmak niye?    

Vahidettin’inin İngilizlere casusluk yaptığını, Kuvay-ı Milliye’yi yasakladığını, milli mücadeleyi yok etmek için fetva yayınlattığını, bağımsızlık çabalarını baltalamak için Kuvay-i İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’yi kurmuş olduğunu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkum etmiş olduğunu, Anadolu’da isyanlar çıkarılması için ön ayak olmuş olduğunu, Büyük Taarruz öncesinde İngilizlere milli mücadeleyi ve Yunanlıları etkisiz hale getirmeleri halinde onlarla anlaşacağını söylediğini, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra Misak-ı Milli’den taviz veririm diyerek İngilizlerle anlaşmaya çalıştığını, yurt dışına apar topar kaçtıktan sonra Mustafa Kemal’e karşı çirkin tertiplerin içine girdiğini bilmesem, Halife unvanı taşıyan padişahın vatan haini olmadığını açık yüreklilikle söyleyebilirdim!!! Ancak, bir güneşi balçıkla ne kadar sıvayabilirsiniz?

Ülkemizde resmi tarih yalan söylüyor sözlerini ileri süren alçakların temel amacı Kurtuluş Savaşı zaferimize Vahidettin’i dahil ederek, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başarısını küçültmektir. Günümüzde geldiğimiz noktada ise merhum Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in dahi ortak olduğu bu yalan, siyasi amaçları için tarihi kullanan emperyalistlerin gönüllü askerliğini yapanlar tarafından Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e saldırabilmeleri için ortak buluşma noktası olmuştur. Olayları değiştirerek insanlarımızın bakış açısını değiştiremeye yeltenenler kendi karanlık dehlizlerinde boğulmaya mahkum olacaklardır.

Not: Bu yazım 23 Eylül 2012 tarihinde www.guncel61.com internet sitesinde yayımlanmıştır. 
                                                                                               
                                                                                                 Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                 23 Eylül 2012
                                                                                                 Twitter.com@aydin2850


15 Ağustos 2012 Çarşamba

HEYBELİADA RUHBAN OKULU MESELESİ


Heybeliada Ruhban Okulu meselesi uzun bir zamandır ülkemizin çözüm için uğraştığı ama başarı sağlayamadığı bir mesele olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Batı Trakya’da azınlık olarak lanse edilen Türk halkının kendisine müftü dahi seçememesine rağmen neredeyse cemaati bile kalmamış olan bir Patrikhane, Ruhban Okulu konusunda neden bu kadar diretmektedir? Aydınlarımızın dahi üzerinde anlaşmaya varamadığı bu sorun nereden kaynaklanmaktadır?  

Heybeliada Ruhban Okulu, 8 Ekim 1844 tarihinde Sultan Abdulmecit’in verdiği fermanla teoloji (tanrı bilimi ile ilgili) okulu olarak hizmet vermeye başlamıştır. 1894 yılındaki büyük İstanbul depremi ile yıkılan okul, 1896 yılına kadar onarılmış ve bu sefer II.Abdulhamit’in iradesiyle hizmet vermeye kaldığı yerden devam etmiştir. Açılmış olduğu dönemden itibaren her zaman orta dereceli bir okul olarak görülmesine rağmen, 1950 seçimleri öncesi Demokrat Parti’nin Rum vatandaşlarımızın oylarına karşılık Patrikhaneye vermiş olduğu söz ile 8 Aralık 1950 yılında teoloji ihtisas okulu olarak yüksekokula yükseltilmesi ile değiştirilmiştir. Okulun yüksekokul olarak değil, orta dereceli olarak kalmasında ki önem, okulun gizli olarak vermiş olduğu diploma ile Türkiye dışında Ortodoks Hıristiyan teolojisi öğretmeni unvanına kavuşulmasıdır.

Osmanlı Devleti’nin Fatih Sultan Mehmet zamanından itibaren azınlıklara tanımış olduğu geniş imtiyazlar sayesinde özellikle Rum Milleti ya da o zamanlar ki adıyla Rum Cemaati, devlet içerisinde devlet konumuna gelmiştir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile birlikte azınlıklara verilmiş olan tüm imtiyazlar kaldırılmış ve Türk vatandaşları ile eşit statüye sahip olmuşlardır. Lozan Antlaşmasında iç işlerimize emperyalist devletlerin burnunu sokmasını istemeyen genç Cumhuriyet’in çılgın yöneticileri, azınlık okulları hakkında bir düzenleme yapılmasına mani olmuş ve okulun statüsünün orta dereceli okul olarak kalması koşulu ile Ruhban Okuluna tolerans göstererek faaliyetlerine devam etmesine izin vermiştir.

Cumhuriyet’imizin kuruluş dönemi için bir milat olarak kabul edilen 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunun kabul edilmesiyle birlikte tüm ortaokul ve liseler milli eğitim bakanlığına bağlanmış ve milli eğitim sistemimiz çağdışı ve gericilikten kurtarılarak modern bir yapıya kavuşturulmuştur.

Ruhban Okulu, Tevhid-i Tedrisat kanunun kabulüne rağmen faaliyetlerine devam etmiştir. 1965 yılında kabul edilen özel öğretim kurumları kanunun kimi maddelerinin Anayasaya aykırı olduğunu saptayan Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 1971’de aldığı kararla özel yüksek okulların devletleştirilmesini istemiş ve tüm özel yüksek okullarla birlikte Heybeliada Ruhban Okulu’nu da kapatmıştır. Ancak Heybeliada Ruhban Okulu’nun faaliyetlerine devam edebilmesi için, Fener Rum Patrikhanesine ilki 21 Aralık 1971’de ikincisi 14 Aralık 1999’da olmak üzere devlet bünyesinde faaliyet gösteren bir ilahiyat fakültesinin bölümü olarak açılması teklifi götürülmüştür. Sorunun çözümü için taşın altına elini sokarak çözüm önerileri getiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Fener Rum Patrikhanesinin uzlaşmaz tavırları ve din adamı yetiştirme hakkı elinden alınmış bir azınlık olarak gösterme çabaları ile karşı karşıya kalmıştır. Sunulan çözüm önerilerine rağmen Fener Rum Patrikhanesi okulu kendi isteği ile açmamış ve kapalı olarak durmasını sağlamıştır. Bu durum uluslararası politikada Türkiye Cumhuriyet’ini emperyalist devletler karşısında zor durumda kalmasına neden olmuştur.

Peki Fener Rum Patrikhanesinin isteği nedir? İsteklerini sıralayacak olursak ilk husus olarak Patrikhane, Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin Ruhban Okulu üstünde denetim hakkının olmamasını ve sadece kendisine bağlı olarak eğitim vermesini istemektedir. Bu durum Patrikhane için o kadar önem arz etmektedir ki !!! Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi ülkesinde bulunan bir okulun diplomasını tanımamasını dahi isteyebilmektedir. İkinci husus ise, Ruhban Okulunun Türkiye’den olduğu gibi diğer ülkelerden de öğrenci alabilmesini ayrıca Fener Rum Patrikhanesi’nde patrik, kutsal sinod ve metropolitlerden “Türk Vatandaşı Olmak” şartının kaldırılmasını istemektedir.

Milli mücadele dönemimizde bir şer odağı olarak görev yapan Patrikhanenin isteklerini incelediğimiz zaman bu durumun tamamen Osmanlı zamanında kendilerine verilmiş olan imtiyazların yenilenmesi demek olduğunu görmekteyiz.

Ülkemizdeki lise düzeyine kadar olan okulların Milli Eğitim Bakanlığına, yüksek okul ve üstünün ise Yüksek Öğretim Kurumuna bağlı olarak devletin kontrolünde olduğunu Patrikhanenin bilmesine rağmen, kendilerini tüm kurumların üzerinde görerek, Türkiye Cumhuriyet’in ilkelerini hiçe saymakta ve devlet içinde devlet olabilmek için diretmektedir. Ülke sınırları içerisinde bulunan bir okulu devlet nasıl kontrol edemez? Hangi tam bağımsız bir ulus devlet bunu kabul edebilir? Patrikhanenin bu isteği Lozan Antlaşması dahil olmak üzere Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu ülke sınırları içerisinde olan hiç bir kuvvetin Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde olmadığını herkesin aklının bir köşesine yazması gerekmektedir.

Müslüman ülkeler içerisinde laik kalmayı başarabilen ülke olan Türkiye’de dini eğitim veren özel okul açılamazken, bu özel üniversiteler de nasıl eğitim veriyor diye düşünebilirsiniz? Anayasamızın çerçevesini belirlediği eğitim veren özel üniversiteler, vakıflar tarafından kurulan Yüksek Öğretim Kurumuna bağlı olarak eğitim veren kurumlardır. Patrikhane ise bir vakıf olmadığı gibi Anayasanın belirlediği ilkeleri de reddetmektedir.

II.Mahmut devrinde gerçekleşen 1821 Mora isyanı esnasında Patrikhane içerisinde yapılan aramada asilere yazılmış mektuplar, Hariciye Nazırının mahiyetinde çalışan Rumların verdiği gizli bilgiler, İngiliz ve Fransız elçiliklerinden alınan gizli bilgilerin bulunması üzerine Patrik Gregoryus Patrikhanenin orta kapısında asılmıştır. Bu  kapı bugün Petro kapısı adıyla bilinmektedir ve kin kapısı olarak görülmektedir. Kin kapısı olarak görülen bu kapı o zamandan günümüze kadar kapalı tutulmuş ve açılmamıştır. Milli mücadele döneminde Yunanistan’ın Megali İdea planına destek vererek kapısına Bizans bayrağı asan ve savaşlarda yaralanan yunan askerlerini tedavi eden, Atatürk’ün tabiriyle fesat ve hıyanet ocağı olan Patrikhanenin !!! Ruhban Okulunda görev yapacak din adamlarının Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olması zorunluluğunu neden kabul etmediğini tarihi geçmişine baktığımızda daha iyi idrak edebileceğimizi düşünüyorum.         

Sonuç olarak, bu mesele azınlıklara özgürlük, hepimiz rumuz, hepimiz patriğiz, bize bıraksalar 24 saat içerisinde çözeriz gibi basit ve bayağı yaklaşımlarla çözülemeyeceği ve bu şekilde şovenist çözümlerin ülkemize ve devletimize zarar vereceği bir an olsun aklımızdan çıkmaması gerekmektedir. Güçsüz beyinler, yetersiz gözler, gerçeği kolaylıkla göremezler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir hukuk devleti olduğu gerçeğinden hareketle Anayasamızın belirlediği temel prensiplere göre davranılmalı ve uluslar arası arenada bizi zorda bırakacak, Lozan Antlaşmasında belirlenen eşitlik ilkesinin çiğnenmesini engelleyecek kararlar alınmalıdır.     

Not: 15 Ağustos 2012 tarihinde www.guncel61.com sitesinde yayımlanmıştır.


                                                                                               Aydın ŞİMŞEK
                                                                                               15 Ağustos 2012
                                                                                               Twitter.com@aydin2850

23 Temmuz 2012 Pazartesi

İSKİLİPLİ ATIF HOCA GERÇEĞİ


İskilipli Atıf Hoca, şapka kanuna muhalefetten idam edilen son dönemin bir din mazlumu mudur? Yoksa ülkemizi boğmak için üstümüze çullanan gözlerini kan bürümüş emperyalistlerle iş birliği yapan bir vatan hainimidir? Cumhuriyet tarihimizin en büyük saptırma ve yalanlarına alet edilmiş olan Atıf Hoca konusunda ki  gerçek nedir?  

1876 yılında Çorum’un İskilip ilçesinin Tophane köyünde Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağaoğlu’nun oğlu olarak dünyaya gelen İskilipli Atıf Hoca, küçük yaşlarda anne ve babasını kaybederek öksüz kalmış ve dedesi Hasan Kethüda tarafından büyütülmüştür. Tahsiline kendi köyünde başlayan Atıf Hoca daha sonra İskilip’te Abdullah Efendi’den din ilmini öğrenmeye başlamış ve İstanbul’da Çarşambalı Hoca’dan aldığı eğitimle ilmini pekiştirmiştir. 1902 yılında İskilipli Mehmet Hoca olarak anılmaya başlamış ve aynı yıl ruus (bir nevi mesleki kariyer sınavı) sınavını vererek Fatih Camii’nde ders vermeye başlamıştır.

İstanbul Dar-ül Fünunu diyanet fakültesine kayıt olan Atıf Hoca 1905 yılında okulunu birincilikle bitirerek mezun olmuş ve Kabataş Lisesi’nde Arapça öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Öğretmenlik yaptığı bu dönem içerisinde, zamanın öğretim üyelerinin maaşlarının azlığını gerekçe göstererek şeyhülislamla tartışmış ve Bodrum’a sürgüne gönderilmiştir. Bodrum’da sürgündeyken eski bir medrese arkadaşı olan Kırımlı İbrahim Efendi’nin pasaportuyla Kırım’a kaçmıştır. Kırım’dan Varşova’ya geçen Atıf Hoca, II.Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a gelmiştir. 1910’da medrese müfettişliğine getirilen Atıf Hoca, bu dönemlerde Mehmet Âkif Ersoy’un da yazı yazdığı Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Sırat-ı Müstakim gibi dergilerde yazılar yazmaya başlamıştır. Balkan harbi esnasında donanmanın İslâm dinindeki yeri üzerine yazdığı yazılarını risale haline getirmiş ve devlet tarafından takdir edilmiştir.

Gericilerin ayaklandığı 31 Mart Vakası’nda katkı yaptığı gerekçesiyle Sinop, Çorum, Boğazlayan ve Sungurlu bölgesine sürgüne gönderilmiş ve bir buçuk yıl sürgün hayatı yaşamıştır.  1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüce Hilafet Merkezi)’de  İslâm fıkıhı ve tefsiri üzerine ders vermesi sonucunda ilim ve fikir çevrelerinde tanınmaya başlanmış ve İbtida-i Umum Müdürlüğüne (İlköğretim Genel Müdürlüğüne) getirilmiştir. Nakşibendi tarikatına mensup olan Atıf Hoca 19 Ocak 1919’da yakın arkadaşları olan Mustafa Sabri, Said-i Kürdi ve Ermenekli Saffet ile birlikte müderrisler cemiyetini kurmuş ve bu cemiyetin ikinci başkanı olmuştur. Müderrisler cemiyeti, İngilizlerin etkisi ile kendi içinde aldığı bir kararla adını Teal-i İslâm’a çevirmiştir. Teal-i İslâm Cemiyeti vatanın kurtuluşunu hilafet ile saltanatın güçlendirilmesinde görmüş ve Anadolu’daki milli hareketi engelleyici bir politika benimsemiştir. Halkın dini duygularını istismar eden cemiyet özellikle Konya İsyanı’nda başrol oynamıştır. Cemiyetin isim değiştirilmesi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi şeyhülislam olmuş ve Atıf Hoca birinci başkanlığa yükselmiştir.

Aynı zamanda sarayda padişahın huzurunda yapılan huzur derslerine, muhatap hoca (soruları kabul edip cevaplayan,bir nevi bilirkişi ) olarak katılan Atıf Hoca, Kuvay-ı Milliye ve Mustafa Kemal düşmanı olan Alemdar Gazetesi’nde yazılar yazmaya başlamıştır. 11 Nisan 1919’da Alemdar Gazetesi’nde  Mustafa Kemal ve Kuvay-ı Milliyecilerin ölüm fermanı fetvası yayımlanmış ancak Anadolu’da bulunan aklı selim din adamları Rifat Börekçi önderliğinde karşı bir fetva yayımlayarak bu oyunu bozmuştur. Bu oyunun bertaraf edilmesinin ardından İngiliz muhipleri derneği üyesi olan Şeyhülislam Mustafa Sabri bir bildiri hazırlamış ve Teal-i İslâm Cemiyeti yönetimine sunmuştur. Tahir-ül Mevlevi bildiriyi okuyunca derhal görevinden istifa ederek cemiyetten ayrılmış ancak Atıf Hoca istifasını sunup görevinden ayrılmayarak durumu kabullenmiştir.

İkdam Gazetesi’nde 16 Eylül 1919’da yayımlanan ve Yunan savaş uçaklarınca Anadolu topraklarına atılan bu altmış bin adet bildiride; Mustafa Kemal hakkında Selanik Dönmesi, yankesici, fitne, hain, işgalci, haydut, eşkıya, alçak, melun, cani, zalim, hırsız, canavar gibi çok çirkin ifadeler kullanılmış ve barışın imzalandığını,  eğer şartlara uyulmazsa, Kuvay-ı Milliyecilerin son ihaneti ile İstanbul’un bile elimizden alınacağını, bu yüzden bu hainlerin görüldüğü yerde öldürülmesinin farz olduğunu belirtilmiştir.

O dönemi göz önüne aldığımızda Anadolu halkının sadece yüzde iki buçuğu okuma ve yazma bildiği gerçeği bir yanda dururken, şapkamızı önümüze koyup düşünürsek, Anadolu’da bulunan cahil halk, Teali İslâm yöneticilerini ulema olarak bildiğinden, yayımlanan bu fermanın sözlerinin büyük kitleleri kışkırtacak bir güce sahip olduğu apaçık ortada değil midir? Emin olun ki yedi düvele meydan okuyan çılgın Türklere bu ferman, yunan ordusunun topçusundan ve piyadesinden daha fazla zarar vermiştir.

Her şeye rağmen kazanılan milli mücadeleden sonra çıkarılan bir af kanunuyla kurtulan Atıf Hoca, Türk milletine Müslüman barbarlar diye hitap edecek kadar kudurmuş İngiliz ajanı Mustafa Sabri ile ilişkisini kesmemiş ve yapılan yenilikçi devrimlere karşı tepkisini göstermiştir. 

Kelime-i Şehadet düşmanlarıyla işbirliği yapan Atıf Hoca, şapka devriminden bir buçuk yıl önce, dini açıdan hatalarla dolu, İslam kaynaklarına aykırılıkları ile dikkat çeken, şahsi kin ve saplantılarının hükme esas alındığı, halkı tahrik eden ve şapka giyenleri dinden çıkmış insanlar olarak göstererek onlara karşı cihat ilan edilmesini savunan Frenk Mukallitliği ve Şapka Risalesi’ni yayımlamıştır. Harf devrimleri ve hilafetin kaldırılmasında isyan etmeyen gericiler, II.Mahmut döneminde İngiltere’den ithal edilen fes de olduğu gibi şapka kanunun kabul edilmesinden sonra  Malatya, Sivas, Kayseri, Erzurum, Maraş ve Giresun’da ayaklanmalar çıkarmış ve genç cumhuriyeti zor durumda kalmıştır Şapka kanununun gerici kesimde bu kadar infial oluşturmasının temelinde, şapkanın laikliğin bir sembolü olarak görülmesi yatmaktadır.

Atıf Hoca bu ayaklanmalardan sonra, 7 Aralık 1925’te İstanbul’daki evinde tutuklanmış ve Giresun’daki ayaklanmaya müdahil olduğu ve isyan lideriyle bağlantısı olduğu düşünülerek, Giresun’a yargılanmak için götürülmüştür. Giresun istiklâl mahkemesince yargılanan Atıf Hoca, isyan lideri Hafız Muharrem’le yüzleştirilmiştir. Ancak gerici  isyanın lideri Atıf Hoca’yı tanımadığını beyan etmesi ve yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka Risalesi’nin, şapka kanunundan önce yazılmış olduğundan yeni kanunla bağdaştırılamayacağı kararı verilerek  Atıf Hoca beraat etmiştir.

Hayatı milli mücadeleye karşı savaşarak geçen Atıf Hoca İstanbul’a dönüşünde tekrar tutuklanmış ve bu kez Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Türk İstiklâl Savaşı sırasında Teali İslâm Cemiyeti’nin faaliyetleri nedeniyle yargılanmıştır. Dönemin ceza kanunun 55.maddesi gereğince, Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tamamen veya kısmen tağyir gerekçesiyle idam kararı verilmiş ve 4 Şubat 1926 yılında Karaoğlan çarşısında idam edilmiştir.

İşte tam burada günümüzün şarlatanları yaygara koparmaktadırlar. Mazlum din adamı ve milli mücadele kahramanı !!! İskilipli Atıf Hoca’nın şapka kanununa muhalefetten yargılandığı ve şapka giymeyi red ettiği gerekçesiyle idam edildiğini söyleyerek Atıf Hoca’yı şehit ilan ederler. Bu iddia tamamen uydurmadır. Atıf Hoca milli mücadele döneminde yapmış olduklarından dolayı yargılanmış ve idam edilmiştir. Ayrıca şapka kanunu herkesin şapka giymesi zorunluluğunu getirmemektedir. Kanun, sarık, fes gibi çağın gerisinde kalmış başlıkların yerine modern şapka giyilmesi gerektiğini belirtmiş ve milletvekilleri ile memurlara zorunlu kılmış, ancak halka serbest bırakmıştır. Ayrıca, İskilipli Atıf Hoca’nın şehit olduğunu söylemek, milli mücadele döneminde gözünü kırpmadan, bu vatan toprağının savunmasında canını vererek şehit olanlara insafsızlık yapmak değil midir? O zaman onlar hangi mertebeye girer?  


Atıf Hoca ile ilgili anlatılan bir başka masal ise, rüyasında peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.)'i gördüğü ve kendisini yanına istediği için savunma yapmadığı ve tüm bu olanları aynı hücreyi paylaştığı Tahirül Mevlevi'ye anlatmasıdır. Bu iddia tamamen hayal ürünüdür. Atıf Hoca mahkemenin sonuna kadar en fazla savunma yapan kişi olmasının yanı sıra Tahirül Mevlevi ile sadece mahkeme salonlarında karşı karşıya gelebilmiş ve Tahirül Mevlevi kendisine böyle bir şey anlatmadığını söylemiştir.




Hiçbir mantıksal karara dayanmayan bir takım geleneklerin, inançların korunmasında direnen ulusların ilerlemesi çok güç olur. İşte bu nedenledir ki Atıf Hoca, cumhuriyet devrimlerine direndiği için kahraman gibi gösterilmek istenmektedir. Maalesef geldiğimiz noktada bir yalan bin tane gerçeğin önüne geçebilmiştir.


Not: İskilipli Atıf Hoca Hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler, Engin ULUSOY’un “Başındaki O Pis Ne? Şapkadan Türbana Cumhuriyetle Yüz Yıllık Kavga” kitabından edinebilirler.


Not-2 : İskilipli Atıf Hoca gerçeği başlıklı bu yazım 23 Temmuz 2012 tarihinde www.guncel61.com internet sitesinde yayımlanmıştır. 




                                                                                                                   Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                                  23 Temmuz 2012 
                                                                                                                  Twitter.com@aydin2850
                                                                                                                  





17 Temmuz 2012 Salı

SAİD-İ NURSİ KİMDİR?


Said-i Nursi, geçtiğimiz yıl vizyona giren ve milyonlarca kişi tarafından izleneceği söylenen, ancak iki yüz bin kişinin emirlere atfen gittiği “Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşına Katkısı” masalını anlatan, yedi düvele meydan okumuş Mustafa Kemal Atatürk’e posta koyduğu yalanını gösteren, Hür Adam filmindeki gibi bir Hür Adam mı? Yoksa, her zaman otoriteye baş eğen ve özellikle Amerika’nın güdümünde olan “Güdülen Adam” mı dır? Sahi kimdir bu Said-i Nursi?

Said-i Nursi, 1877 yılında Bitlis İli’nin Hizan İlçesi’nin İsparit kasabasına bağlı Nurs Köyünde dünyaya gelmiş ve 23 Mart 1960’da Urfa’da ölmüş ve buraya defnedilmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonucunda Demokrat Parti’nin devrilmesinin ardından kemikleri mezarından alınarak Isparta’da bilinmeyen bir yere gömülmüştür. Önceleri Said-i Kürdi olarak tanınır ve bu ünvanı kullanır, soyadı kanunundan sonra doğduğu köye atfen Nursi soyadını alır. Ufak yaşlarda bölgede etkili olan Nakşibendi tarikatına girer. Said-i Nursi’nin ilmi kariyeri yoktur. Mahalle mektebinde okumuş ve gençliği medreseler arasında geçmiştir. Düzenli bir eğitim ve öğretim hayatı olmamıştır. Tizyak adlı risalesinin 68 nci sayfasında risalelerini yazma bilmediği için Nur Şakirtlerinin yazdığını belirten Kürdi, risalesinde kendisini “yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmi” diye tarif etmiştir.


Bitlis Valisi Tahir Paşa’nın II.Abdulhamit’e 1907 yılında gönderdiği mektubunda ; “Kürdistan alimeleri arasında üstün zekasıyla tanınan Molla Said Efendi hasta olduğundan, padişahın merhametine ve ilgisine sığınarak bu defa padişaha başvurmak istemiştir.” diyerek tedavi edilmesini istemiş ve II.Abdulhamit Kürdi’yi bir süreliğine akıl hastanesine yatırmıştır. 

Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a gelerek, meşrutiyet karşıtı İttihad-ı Muhammed-i Cemiyetinin kurucuları arasında yer alan Deli Said, 31 Mart Vakasının fitilini ateşleyen Derviş Vahdeti’nin Volkan Gazetesinde ve Kürdistan dergisinde yazılar yazmış ve ilk yazısını Türkçe bilmediğini ifade ederek bitirmiştir. Hareket ordusunun 31 Mart Vakasını bastırmasının ardından yargılanan Kürdi beraat etmiştir.  

Nurcu yazarların yazılarında ısrarla belirttiği, “Kürdi Van’da üniversite kurmak istiyordu.” yalanını Kürdi anılarında, İttihat ve Terakki’nin Van’da bir üniversite kurma düşüncesi olduğunu belirterek kendisini yücelten yazarların ipliğini yine kendisi ortaya çıkarmış ve İttihat ve Terakki tarafından kullanıldığını itiraf etmiştir.

25 Haziran 1918’de İstanbul’a gelen Kürdi, kardeşinin oğlu Abdurrahman’ın Çamlıca’da ki köşküne yerleşmiş ve kitabını yazdırmaya başlamıştır. Kürdi bu işlerle uğraşırken Anadolu itilâf devletlerince adım adım işgal edilmeye başlanmıştır. Kürdinin İstanbul’da ücretli olarak çalıştığı Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de haya ve namus, çocuk düşürme, memleket gençliği ve ahlaksızlık gibi beyannameleri yayınlamıştır. Bu kadar önemli işlerle uğraşan Kürdi’yi, Yunanlıların kanlı İzmir işgaline tepki olarak toplanan mitinglerde ise görebilen yoktur.

Çeşitli din adamlarının Kurtuluş Savaşı’na destek vermek için Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurmuş olmasına rağmen Kürdi, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak için İngilizler tarafından kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti kurucuları arasında şerefiyle (!!!) görev almıştır. Bu cemiyet tarafından düzenlenen Koçgiri Ayaklanması, Kuvay-ı Milliye güçlerini bir hayli uğraştırmıştır. Bu cemiyetin yönetim kurulu işgalci güçlerin, komiserlerini ziyaret etmiş ve kürt milli haklarının sağlanması için kendilerine yardım edilmesini istemişlerdir. Kürdi Hıristiyan Amerika’nın bütün dünya Müslümanlarını kucakladığını ve okşadığını söyleyerek Amerika’yı baş otorite ilan etmiş ve bu tutumu Kürdi’nin günümüzdeki öğrencilerine de çok güzel bir örnek oluşturmuştur…!!!     

Tabiki Kürdi’nin meziyetleri bunlarla da sınırlı kalmıyordu. Kürdi, Teali İslam Cemiyeti’ne de katılarak, Kuvay-ı Milliye hareketine karşı tüm mal varlıklarını harcamaya yemin ettiklerini belirtmiş ve cihat ilan etmiştir. Türkün ateşle imtihan verdiği o tarihlerde Kürdi, “Sunuhat”, “Hakikat Çekirdekleri”, “Nokta”, “Rumuz” ve “İşaret” gibi risaleler kaleme almış ve Osmanlı’nın çöküşünü Jön Türklerin İslâmdan uzaklaşmasına bağlamaya başarabilmiştir. 

Kürdi, milli mücadeleye olan önemli !!! katkılarından sonra, savaş bitiminde Ankara’ya gelebilmiştir. Savaş bitimine kadar İstanbul’da kalmasını ise, İstanbul’un Anadolu’dan daha tehlikeli olarak görmesine bağlamıştır. Oysa ki o günlerde İstanbul’da kalanların işbirlikçiler, korkaklar ve hainler olduğunu herkes bilmektedir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Müslümanın Müslümana propagandasını yapan Kürdi, Ankara’da çağdaş din adamlarının yanında kendisine yer bulamayıp istediklerini yapamayınca, Van’a gitmek için Ankara’dan ayrılmış ve soluğu Eylül 1924’te Erzurum’da almıştır. Erzurum’da Şeyh Sait isyanında rol oynayan, kardeşinin Van sorumluluğunu üstlendiği, ayrılıkçı Azadi örgütünün ileri gelenleriyle görüşmüştür. Azadi örgütünün yapı taşlarından birisi olduğu ayrılıkçı Şeyh Sait isyanı başarıya ulaşamamış ve Kürdi isyana katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak, önce Van’da hapsedilmiş, ardından sırasıyla Antalya, Burdur ve Isparta’ya sürgün edilmiştir.

Kürdi özgürlüğünün elinden alındığını ve sürekli sürgün edildiğini söyler. Bu yüzden de Mustafa Kemal’i ağır bir dille eleştirir. Ancak Menderes döneminde bile sürgüne gönderilir ve hatta Ankara’ya dahi sokulmaz. Çünkü insanlara çeşitli iftiralar atmakta ve tahrik edici konuşmalar yapmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen, Kürdi’ye gösterilen hoşgörü Nazım Hikmet’e gösterilmemiştir.

İstiklâl mahkemesince yargılanan Kürdi beraat etmiştir. Ancak, 1950’de Şeyh Sait ayaklanmasını mukkades cihat olarak adlandırmış ve ayaklanmaya silahla destek vermediğini ama propaganda ve örgütlenme çalışmalarıyla destek olduğunu Şeyh Sait’in oğullarına anlatmıştır. Hatta bu ayaklanmada ölen eşkıyaların yanında olamadığı için kederlerle ve gamlarla teessürle gözyaşları döktüğünü belirtmiştir. Şu talihsizliğe bakınız ki !!! aynı Kürdi, yurdun işgal günlerinde şehit olan Müslüman Türk evlatları için kılını dahi kıpırdatmayı aklının ucuna dahi getirmemiştir.



Meşrutiyet öncesinde İttihat ve Terakki’nin, Meşrutiyet sonrasında ayrılıkçı kürt hareketinin, I.Dünya Savaşı sırasında Almanların, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde irticai ve ayrılıkçı kürt hareketlerin etkisinde kalan Kürdi, II.Dünya Savaşı sırasında ise yüz bin lira karşılığında Cemal Kutay’a kendisini yücelten tamamen propaganda amacıyla kitap yazdıran, dinsel söylemleri ve uygulamaları ön plana çıkaran Demokrat Parti’nin ve Sovyetler tehlikesine karşı dinimizi koruyacak olan ABD’nin etkisinde kalmıştır. Böylece hem Demokrat Parti hem de ABD Kürdi’nin hem etinden hem de budundan istedikleri gibi yararlanmıştır.

74 yaşında “5000 genç nur talebemle Kore’de komünistlerle harp etmek için gönüllü olarak bende giderim” diyebilen Kürdi, 43 yaşındayken Anadolu’da ki bağımsızlık hareketine neden katılmamıştır…??? İşin diğer bir ilginç yanı ise, 74 yaşında komünistlerle harp etmek için kendinde güç bulabilen Kürdi, Hacca gidecek gücü bulamamış ve hacca gitmemiştir. Hacca gitmemiş olmak, büyük bir din alimi için utanılacak bir durum değil midir?

İşte böyle, Kürdi’nin gerçek yaşam öyküsü budur. Kürdi’nin yaşamı hakkında yazılanları okudukça büyük Atatürk’ün “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır.” sözünün günümüzü ne kadar iyi tarif ettiğini bir kez daha görüyoruz…


Not: Said-i Kürdi için daha geniş bilgi almak isterseniz Mustafa Yıldırım'ın Meczup Yaratmak isimli eserini okumanızı öneririm. 


                                                                                                     Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                    17 Temmuz 2012
                                                                                                     Twitter.com@aydin2850
                                                                                                                    

28 Mart 2012 Çarşamba

ÇANAKKALE SAVAŞI ZAFER Mİ? FACİA MI?

18 Mart’ta Türk tarihinin parlak savunma muharebesi zaferlerinden olan Çanakkale Savaşının yıl dönümünü kutladık. 18 Martın heyecanı, coşkusu ve gururu farklıdır. İnsanların tüyleri diken diken olur, okunan şiir ve anlatılan yaşanmış gerçek olaylar gözlerimizin yaşarmasına sebep olur. Adını dahi bilmediğimiz şehitlerimiz için göz yaşı döker ve minnetlerimizi sunarız. Peki 97 yıl önce yapılan göğsümüzü kabartan ve bizi duygulandıran bu muharebeler gerçekten bir zafer midir? Yoksa kimi yazarların yazdığı ve söylem haline getirdiği gibi 250 günde 250.000 şehit verilmiş bir facia mı? ya  da  resmi tarihçilerin zafer diye nitelendirdikleri bir yutturmaca mıdır?

Çanakkale Muharebeleri, İngiliz donanmasının 3 Kasım 1914’te Çanakkale dış istihkâmlarını bombardıman altına almasıyla başlamış ve 9 Ocak 1916 tarihine kadar devam etmiştir. Çanakkale muharebeleri Türk ordusunun en deneyimli kumandanlarının ve önemli birliklerinin katıldığı muharebelerdir. Ancak bu deneyimli kumandan ve yiğit askerlerinin oluşturduğu ordu Enver Paşa tarafından Liman Von Sanders adlı bir Alman Paşa’nın emrine verilmiştir.

Liman Paşa, Almanya’da kolordu komutanlığına dahi uygun görülmeyen biriyken, Türk ordusunun yeniden teşkili için görevlendirilmişti.  Nitekim Liman Paşa, Çanakkale’ye gittiğinde bölgeyi iyi etüt edememiştir. Yanlış bir savunma anlayışı belirlemiş ve yapmış olduğu plansız programsız taarruzlarla Türk ordusunun telef olmasına neden olmuştur. Türk komutanlar Liman Paşa’nın bu hatalarını İngiliz birliklerini Çanakkale’de tutarak Alman birlikleri üzerindeki baskıyı hafifletmek istediğini sanmış ancak Liman Paşa’nın donanmanın ateş gücüne ve Türk birliklerinin dayanıklılığına güvenmediğini geç de olsa anlamışlardır.

Almanya’da büyük bir birlik yönetmekten aciz görülmüş, muharebe tecrübesi olmayan sadece Alman hayranlığı nedeniyle başa getirilmiş olan Liman Paşa’ya rağmen Türk ordusu Çanakkale Muharebelerinde Anzaklara karşı dişe diş göze göze muharebe ederek vatan toprağını çiğnetmemeyi başarmıştır. Kendini üstad, sözde yazar ve düşünür olarak adlandıran deli raporlu ve çağdaş aydınlarımızın eleştirisi bu temel noktada “250 günde 250.000 şehit verdik, zafer bunun neresinde?, Çanakkale sırtlarında 400.000 !!! vatan evladını gömen bir subay kadrosunun zaferinden söz edilebilir mi? Çanakkale savaşları kahraman çıkarmamıştır!” serzenişleriyle gelmektedir.

Bu serzenişlerde bulunanların gözden kaçırdığı bazı noktalar bulunmaktadır. Çanakkale muharebeleri iki kısımdan meydana gelmiştir. Birinci safhası deniz muharebesi, ikinci safhası ise kara muharebeleridir. Çanakkale Boğazı’nın denizden zorlandığı 18 Mart’ta verilen şehit sayısı Alman kayıpları da dahil olmak üzere 97’dir. Bu rakamın haricinde kara muharebelerinde verilen şehit sayımız 250.000 değil 57.084’tür. Bu rakama hastanede şehit olan askerlerimizi de eklediğimizde şehit sayımız 75.830 olarak ortaya çıkmaktadır. Bu rakamlar incelendiğinde 250.000 şehit verdik tabirinin gerçek dışı olduğu görülmektedir. Subay kadrosunun zaferine gelince, dünyada hangi savaş komutansız, öndersiz, lidersiz kazanılabilmiştir? Bu iddianın ortaya atılmasındaki asıl amaç Türk ordusuna doğa üstü güçlerin yardımda bulunduğunu kanıtlayabilmektir. Kuyruklu yalancılar !!!, örnek olaraksa İngilizlerin Norfolk alayının bir bulutun içerisinde kaybolduğunu söylemektedirler. Ancak nedense, hurafe tarihçiliği yapanların aklına doğa üstü güçlerin, Sarıkamış muharebesinde şehit olan 90.000 Türk askerine neden yardım etmediğini sormak gelmez!!!

Çanakkale muharebeleri kahraman çıkarmamıştır tezini savunanlar, Liman Paşanın savunma planlarını yırtıp atarak, inisiyatifi tek başına ele alan Yarbay Mustafa Kemal’in önderliğini çekemeyenlerdir. Bu iddialar tamamen Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığından kaynaklanmaktadır. Bu iddiaya cevabı İngiliz resmi tarihi şu şekilde vermektedir :” Çanakkale’de geleceği elinde tutan komutan, üstün şahıs Mustafa Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde göstermiş olduğu çok yüksek sevk ve idare, fedakarlık ve feragat her türlü övgünün üzerindedir ve bu hususta ne söylense azdır.” O dönemde bizi yok etmek isteyen emperyalist İngilizler bile tarihlerinde bu satırlara yer verebilirken !? Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal’e olan bu husumet çok acınası ve üzüntü verici değil midir? Yoksa İngilizlere bu satırları Mustafa Kemal Atatürk’mü yazdırttı!!!???

Mustafa Kemal Çanakkale’de kendisiyle görüşen Ruşen Eşref Ünaydın’a şöyle diyor : “ Türk askeri kendisinden birkaç dakika önce sipere giren arkadaşının öldüğünü görüyor, birkaç dakika sonra kendisinin de öleceğini biliyor. Yinede en ufak bir duraksama geçirmeden siperde yerini alıyor ve sessizce kılı bile kıpırdamadan şehit oluyor.” İşte bu Çanakkale muharebelerini kazandıran, Türk askerinin yüksek cesaretinin ve inancının en önemli göstergesidir.

1915 yılı, bilgisiz entel yazarlarımızın da emperyalistlere destek verdiği, ülkemizin geleceğinin başına bir çorap gibi örülen sözde ermeni soykırımı yalanının temelini oluşturmaktadır. Bu iddialara Mehmetçik Kanlısırtta en güzel cevabı vermiştir. Şimdi bir millet düşünün ki!!! ; dişe diş savaşırken yaralı düşman askerine ateş etmesi bir yana dursun, mevzisinden çıkarak yaralı düşman askerini kucaklayıp mevzisine götürecek ve bunu yapan millet aynı zamanda Doğuda Anadolu’da 1,5 milyon kişi öldürecek!!!? Bu büyük bir çelişki değil de nedir? Bu yalanınızı söylemeye daha ne kadar devam edeceksiniz? Yalanlarınız dört nala gitse de, bizim gerçeklerimiz adım adım yürüyecek ve söylemlerinizden gün gelecek utanacaksınız...

Bir yıldan fazla süren bu savaş, toplam 200.000 askerin göze göz savaştığı, düşmanın 300 den fazla gemiyle boğazlarımızı zorladığı, her iki taraftan toplamda  150.000 kaybın olduğu ve düşmanın yenilgiyi kabullenerek geri çekildiği büyük bir zaferdir. Dünü bilmediğiniz için bugünlerin kıymetini ve değerini anlamamaktasınız. Sizler her ne kadar Türk milletinin inancı ve karakteriyle kazandığı bu zaferi hakir görmek isteseniz de vicdanınız gün gelecek sizden bunun hesabını soracaktır…


                                                                                              Aydın ŞİMŞEK
                                                                                             28 Mart 2012
                                                                                            Twitter.com@aydin2850
                                                                       
                                                                                 

9 Mart 2012 Cuma

3 MART

Köhneleşmiş, maddi bakımdan batmış, cehalet ve yoksulluğun kol gezdiği, gerici ve batı karşısında aşağılık duygusuna sahip olan, çağ dışı kanun ve hurafelerle yönetilen ve orta çağ zihniyetinin devam etmesini isteyen gözlerini kan bürümüş emperyalistlerin “Hasta Adamı” öldürmek üzere bıçaklarını bilediği esnada, Mustafa Kemal ve arkadaşları yedi düvele !!! meydan okuyarak, imparatorluğun üstüne güneş gibi doğmuş ve bir daha kapanmamak üzere bembeyaz bir sayfa açmışlardı. 

Lozan zaferiyle açılan bu beyaz sayfanın yönetim şekli değiştirilemeyecek şekilde Cumhuriyet oldu. Cumhuriyet Rejimi; egemenliğin zümreden alınarak bireye verildiği, ümmet anlayışı yerine millet anlayışının getirildiği, kuldan vatandaş yaratıldığı, kısacası Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu siyasi rejimin adıydı.

Cumhuriyetin ilanından sonra milli egemenlik ilkesine gölge düşürecek, Türkiye Cumhuriyetinin ilerlemesini  istemeyen emperyalistlerin elinde oyuncak olacak Hilafet makamının kaldırıldığı, eğitim ve öğretimin birleştirilerek yeni filizlenen Türkiye Cumhuriyet’inin modern bir eğitim sistemine kavuştuğu, şeriata dayalı hukukun artık işlemediği ve yeni Türk toplumunun isteklerine cevap veremeyeceğinin anlaşıldığı 3 Mart 1924 tarihi Türkiye Cumhuriyetinin dönüm noktalarından birisidir.


3 Mart 1924 tarihi ulusumuzun bilgisizliğinden yararlanarak, siyasal ve kişisel çıkar sağlamak için, dini araç olarak kullanmaya kalkışanlara ve kalkışacaklara atılmış en güzel tokattır…!!! 3 Mart 1924 tarihi cumhuriyeti ilan eden bir milletin, kendi varlığını kurtarmak için saltanat iddia edecek hiçbir kimseye meydan bırakmamasıdır. 3 Mart 1924 tarihi Türkiye’nin cehalet ve bağnazlığın karanlık dünyasından, çağdaşlığın aydınlık dünyasına atmış olduğu dev bir adımdır…

Türkiye Cumhuriyeti 21.yy.da, bazı siyasal ve ekonomik eksiklerine ve içerden-dışarıdan çeşitli tehditlerle rejimi değiştirilmeye çalışılmasına rağmen, aydınlık bir geleceğe doğru gidiyorsa bunu 3 Mart 1924 tarihinde Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin vatansever !!! mebuslarının aldığı kararlarla, rejimin doğru temeller üzerinde oturtulmasına borçludur. 

Türkiye’nin bugün karşılaştığı zorluklar, o dönemlerde alınan ve uygulanan kararlardan değil, Mustafa Kemal’den sonra gelen yöneticilerin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden sapması ve temel ilkelerimizin Bilgi Çağına uygun olarak dönüştürülememesinden kaynaklanmaktadır. 

Mustafa Kemal Atatürk şu sözleriyle Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluş felsefesinden ödün vermeye yeltenenlere en güzel cevabı vermektedir ; “Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlatlarından oluşmuş, büyük ordumuzun gayretleriyle kurulmuş olan, Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilmiş prensiplerimizin, bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olamaz. Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Büyük Atatürk, her ne kadar emperyalistler, gericiler ve mandacılar Türkiye Cumhuriyet’ini yıkmak için oyunlar oynasa da, ulusumuzun aklı selim bireyleri kara taassup karşısında başını verecek ancak eğilmeyecektir.

Milletimiz bu şart ve durumlar da dahi vazifesinin Türkiye Cumhuriyet’ini korumak ve kollamak olduğunu bilmelidir. Unutulmamalıdır ki !!! Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur…!!!


                                                                                    Aydın ŞİMŞEK
                                                                                    9 Mart 2012
                                                                                    Twitter.com@aydin2850
                                                                        
                                                   
      



         

27 Şubat 2012 Pazartesi

HOCALI SOYKIRIMI

“Bir ağaca elleri arkadan bağlanan hamile kadın, hemen başında yazı tura atarak bir oyun oynayacaklarını söyleyen iki ermeni askerine, yavrusunu ona bağışlamaları için yalvarıyordu. Ermenilerin ataları bu oyunu 100 yıl önce Anadolu’da Türkleri katlederken oynamışlardı. Şimdi sıra kendilerine geldiği için çocuklar gibi sevinmişlerdi. Sonbaharda ağacından düşecek bir yaprak gibi titriyordu Azeri kadın, elbiseleri yırtılmış ve ayakları çıplaktı.Cebinden bir bozuk para çıkarmıştı kana susamış ermeni askeri, diğeri ise Rus yapımı Kalaşnikofun namlusunda takılı duran kasaturasını çıkartmakla meşguldü. Elindeki parayı havaya atan Ermeni diğerine; “Kız mı? Oğlan mı?” diye sordu. “Kız” dedi diğeri, bu cevap üzerine bahse giren Ermeni, kasaturasıyla bir çırpıda hamile kadının karnını yardı. Yaptığı işten gurur duyan gözlerle bebeğin kasıklarına baktı; “Sen kazandın yoldaş” dedi diğerine, “Peki bebek nasıl beslenecek” dedi uzun boylu Ermeni askeri, “Annesi besleyecek elbette” dedi kısa boylu olan Ermeni ve bebeği kasaturaya takarak annesinin göğsüne yapıştırdı.”


Yukarıda anlattığım olay 25 Şubat 1992’yi 26 Şubat 1992’ye bağlayan gece Hankendi’deki 366’ncı Rus Alayının desteklediği Ermeni ordusunun, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ arazisinde, Hankendi ile Askerân arasında bulunan Hocalı şehrine düzenlediği saldırıda yaşanmıştır.   


Saldırıda 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i yaşlı olmak üzere 613’den fazla insan hunharca katledilmiştir. 1275 kişi Ermeniler tarafından esir alınmış, 500 den fazla kişi yaralanmış, 150 kişiyle ilgili olarak ise her hangi bir ize ulaşılamamıştır. Kuşatma altındaki şehirde insanların çoğu acımasız yöntemlerle öldürülmüş, uluslararası kuruluşlar ve dünya medyası konuyu insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.


26 Şubat 1992 Türk tarihinin en acılı günlerinden biridir. Türkiye’yi “Sözde Ermeni Soykırımı” yapmakla suçlayan Ermeniler saldırı düzenledikleri Hocalı’da dehşet verici cinayetler işlemişlerdir. Ermeniler canlı insanların kafataslarını yüzmüşler, sağ olarak ele geçirdikleri insanları sistematik bir işkenceye ve tıbbi deneylere tabi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bırakmışlardır. Yapılan bu katliamın sonucu olarak 7.000 nüfusa sahip Hocalı’dan yaklaşık 2.000 kişi sağ kurtulabilmiştir.



        Hocalı soykırımı bir trajedidir. Ancak bunu sadece biz belirtmiyoruz. Olaya tanık olan yabancı gazetecilerde Hocalı soykırımını insanlık trajedisi olarak adlandırıyorlar. Örneğin, Ermenileri bugün de korumasından mahrum etmeyen ülke olan Fransa’da gazeteci Jean-Yves Junet şöyle  yazıyor: "..Biz Hocalı faciasına tanık olduk, yüzlerce sivil katledildi. Hocalı çevresinde ne gördükse hepsinin fotoğrafını çekiyorduk. Bu korkunç bir manzaraydı. Ben  yaşlı insanlardan  Alman faşistlerinin  acımasızlığı konusunda pek çok savaş hikayesi dinledim, faşistlerin zulmünü duydum ama Hocalı’daki gibi bir vahşete umarım kimse tanık olmaz.”


Ermeniler neden Hocalı’da soykırım yaptılar? Neden özellikle bu bölgenin elinde kalmasını sağlamayı amaçladılar? Bu sorunun cevabı; Hocalı’nın stratejik konumunda gizlidir. Askerân ile Hankendi arasındaki yolun açılarak, Şuşa dışında eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin tamamının Ermenistan kontrolü altına geçmesi ve soykırım yapılarak insanların gözünün korkutulmasıyla, diğer saldırılar esnasında direnişin daha da zayıf olacağı düşüncesi ve 1915’te Osmanlı Devletinin uyguladığı tehcir sonucunda yapıldığını iddia ettikleri sözde Ermeni soykırımının intikamını almaktır. Hocalı Soykırımı’na bizzat katılan Zori Balayan "Ruhların Tekrar Dirilmesi" adlı kitabında Türklere nasıl işkenceler yaptıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır. Hocalı halkının etnik kimliği Türk olduğu için soykırım yapan Ermeniler Hocalı Soykırımını gerçekleştiren katilleri Ermenistan'da milli kahraman olarak lanse etmektedir. Bu durum Ermenilerin nasıl bir ruh haline sahip olduklarının apaçık bir göstergesi değil midir? 

Hocalı'da yaşanan vahşette daha vahim olayların yaşandığı bilinmektedir. Ancak işkencelere maruz kalan kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar bugün hayatta olamadıkları için bu kadarını biliyoruz. Dünya kamuoyu Hocalı'da yaşanan trajedinin tekrarlanmaması için bu soykırımı bilmeli ve insanlığa karşı işlenen bu suçu hesabını sormalıdır.

Bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu vahşet için BM, AB, Af Örgütü, İnsan Hakları gibi uluslararası kuruluşlar gereken özeni göstermemişler ve Azerbaycan'ın topraklarının işgaline de ses çıkarmamışlardır. Bu sessizlik Ermenilere vermiş oldukları desteğin gizli ifadesidir. Bu vahşetin hesabı ne zaman sorulacak? Ne zamana kadar dünya, insanlık için sessiz kalacaktır. Anne, babalarının önünde çocuklara işkence yapıp öldüren Ermeniler, günümüze kadar insanlık yanında demokrasiden konuşanlar, hala sessiz ve utanmaz davranışlarına devam etmektedirler. İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Bu doğruyu her ne kadar görmek istemeseniz de tek bir gerçek var ki! İnsanlığa karşı işlenmiş büyük bir suç olan Hocalı soykırımı Ermeni tarihinde kara bir leke olarak yerini alacaktır.


                                                                                Aydın ŞİMŞEK
                                                                               26 Şubat 2012
                                                                               Twitter.com@aydin2850

12 Şubat 2012 Pazar

Ermeni Sorunu Nedir?

Ermeniler, Türklerin 1071 yılındaki Malazgirt Zaferiyle Anadolu’ya yerleşmesinden itibaren, her zaman Türklerin yanında olan, güvenilir bir topluluk olmuşlardır. Osmanlılar zamanında “Millet-i Sadıka (Sadık Millet)” ünvanını alan Ermeniler, 1856 Islahât Fermanı’nın ilanı, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ve bunun akabininde diğer büyük devletlerin Rusya’yı engelleyebilmek amacıyla topladıkları Berlin Konferansı sonucunda Osmanlıya karşı harekete geçmiş ve geçirilmişlerdir.   

Ermeni Sorununu sadece Islahât Fermanı, Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferası’nın sonucuna bağlamak genel resme bakmamızı engelleyecektir. Bu nedenledir ki Ermeni Sorununu ele alırken dönemin siyasi şartlarını da muhakkak göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. 18.yy.da başlayan sanayi devriminin getirdiği sömürgecilik anlayışı ile birlikte özellikle Rusya’nın Osmanlı’yı hasta adam olarak görmesi ve diğer büyük devletlerin Osmanlı Devletini parçalamak ve bölüşmek istemesi konunun başlangıcıdır. Osmanlı Devletini sömürge haline getirmek isteyen bu devletler, 1789 Fransız İhtilâlinin getirmiş olduğu milliyetçilik akımını, Osmanlı Devleti’ne karşı bir silâh olarak kullanmışlardır. Ermeniler balkanlarda başlayan Sırp ve Yunan ayaklanmaları sonucunda azınlıkların bağımsızlıklarını kazandıklarını görmüşlerdir. Bu milletlerin bağımsızlıklarının kazanmasının bir sonucu olarak Ermenilerde bağımsızlıklarını kazanabilecekleri düşüncesi ortaya çıkmıştır.  

Sömürgecilik ve milliyetçilik etkenlerinin yanı sıra Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Ermenilerin, Hıristiyan olması büyük devletleri bu konuyu da istismar etmeye yönlendirmiştir. Osmanlı Devletinin yıkılma döneminde sadece Gregoryen mezhebine bağlı olan Ermeniler, Rusya’nın Ortodoksların, Fransa’nın Katoliklerin ve İngiltere’nin Protestanların hamîliğine soyunması nedeniyle bu mezheplerin etkisinde kalmışlardır. Büyük devletlerin Osmanlı Ermenilerine ve diğer Hıristiyan toplumlara gösterdikleri bu ilginin temelinde azınlıkları himaye ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalede bulunabilmek ve Devleti parçalamak amacı yatmaktadır. Binaenaleyh, Ermeni Kilisesi büyük devletlerin “Bağımsız Ermenistan” sözüyle kandırılarak kuvvetli bir Türk düşmanlığı teması işlemeye başlamış ve büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki oynadığı oyunlarda öncü olmuştur.

Berlin Konferansı sonucunda imzalanan Berlin Antlaşmasının 61.maddesinde belirtilen “Bâbıâli, Ermenilerin oturdukları vilayetlerin yerel şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı ve Kürtler ile Çerkezlere karşı emniyet ve huzurlarını korumayı taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir.” hükmüyle Ermeniler kendilerini büyük devletlerin ortak koruması altında görmeye başlamışlardır.

Berlin Antlaşmasının kabulünden sonra Türk-Ermeni ilişkileri iki farklı boyut olarak önümüze çıkmıştır. İlk boyutu, büyük devletlerin Osmanlı Devletine yaptıkları baskı ve müdahaleleri, ikinci boyutu ise Ermenilerin Hınçak ve Taşnak gibi gizli örgütler kurarak silahlanmalarıdır. Bu örgütlerin amacı Osmanlı Devleti içinde isyan ve tedhiş hareketleri çıkartarak “Bağımsız Ermenistan” ülküsünü gerçekleştirmek olarak özetlenebilir.

Ermeniler bu iki örgütün önderliğinde ilki 1890 yılında Erzurum’da olmak üzere Anadolu’da birçok isyan çıkartmışlardır. Bu isyanların Osmanlı Devleti tarafından bastırılması “Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor” şeklinde dünya kamuoyuna sunulmuş ve büyük bir infial uyandırılmaya çalışılmıştır.

15 Nisan 1915 tarihinde Van’da çıkan isyan hareketi sonrasında Osmanlı Devleti Ermeni halkını korumak adına Ermeni Patriğini uyarmıştır. Ancak Ermeniler bu uyarıyı bir zaaf olarak değerlendirmiş ve amaçlarına ulaşmak için çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bunun üzerine Osmanlı Devleti olaylara son vermek adına 24 Nisan 1915 tarihinde Hınçak ve Taşnak Örgütlerinin ileri gelenlerini tutuklamıştır. Ermeniler bu tutuklamaları “Ermeni Soykırımı” olarak nitelemişlerdir. 14 Mayıs 1915 tarihinde Van’dan Osmanlı Kuvvetleri’nin çekilmesinin ardından şehirde kalan yirmi bin üzerinde Türk katledilmiştir. Bu olayların doğal sonucu olarak Osmanlı Devleti bir takım önlemler alma yoluna gitmiş ve 27 Mayıs 1915 tarihinde geçici bir kanunla “TEHCİR” kararı çıkarılmıştır.

Tehcir kararı çıkacak bir isyana karşı alınan bir tedbir değil, var olan isyan ve düşman ordusuyla yapılan işbirliğine  karşı olarak alınmış fiili bir tedbirdir. Bu sebeple yapılan uygulama planlı ve siyasi amaçlı olarak değil, sivillerin ve askeri birliklerin  güvenliğini sağlamak adına yapılmıştır. Ermenilere uygulanan tehcir yaklaşık bir yıl sürmüş ve 15 Mart 1915 tarihinden itibaren uygulama durdurulmuştur. Osmanlı Devleti tehcirde ihmali bulunan asker ve sivil tüm görevlilerini yargılayarak, idam dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırması Osmanlı Devleti’nin konu üzerinde ne kadar hassas davrandığının göstergesidir.    

Osmanlı Devleti tarafından uygulanan tehcir kararının soykırımla bağdaştırmak ne derece doğrudur? Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, ilk önce soykırımın ne anlama geldiğini anlamaya çalışmalıyız.

Soykırım kelime olarak ilk kez Polonyalı Yahudi hukukçu Ramphael Lemkin tarafından 1943 yılında Yunanca “genos” (aile,soy) kelimesi ile “cide” (öldürme,katletme) kelimesinin birleştirilmesi ile türetilmiştir. Türkçe’de “jenosit” olarak da kullanılmaktadır. 9 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen Soykırım Sözleşmesinin 2. maddesinde soykırımın tanımı yapılmıştır. Bu maddeye göre;

“Bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a.       Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b.      Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c.       Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d.      Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e.       Gruba mensup çocukları bir başka gruba nakletmektir.”

Yukarıdaki anlaşma maddelerini kendimize kılavuz olarak aldığımızda Ermenilerin Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde bağımsız bir ülke kurmak için silahlı faaliyetlerde bulunması, Ermenilere siyasi bir grup niteliği kazandırmaktadır. Bu nedenledir ki Osmanlı Devleti Rus işgal ordularıyla işbirliği yapan, sivil halkına zulüm eden, askerini arkadan vuran Ermenileri savaş bölgesi dışına çıkarmak için tehcir kararını almış ve uygulamıştır.

Tehcirin askeri geçerlilik sebepleri bugünkü hukuk şartlarında da geçerlidir. Dönemin şartlarının gereği olarak tehcir uygulanmamış olsa idi, Doğu Anadolu bölgemizde Türk-Müslüman nüfusuna soykırım uygulanarak bağımsız bir Ermeni Devleti kurulması kaçınılmaz olacaktı. Bugün geldiğimiz noktada ise dünya kamuoyu hiçbir dayanağı olmayan iddialarla yönlendirilmektedir.“Türkler Ermenilere Soykırım yapmıştır” propagandası yapılarak Türkiye’ye karşı bir ön yargı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Günümüzde Ermeni iddiaları küresel bir tehdit olmuş ve Türkiye’nin dış politikasında sürekli bir baskı altında tutulma aracı olmuştur.

Geleceğimizi ipotek altına alacak mesnetsiz iddiaları kabul edemeyiz. Yapılan  suçlamaların hiçbir hukuki kaynağı bulunmamaktadır. Bu suçlamaları hukuku bilmeden yapanlar kadar; soykırımı kabul edenleri ve özür dilesek ne olacak diyenleri de maalesef görmekteyiz. Soykırım suçlamaları ne Kıbrıs Sorunu’na ne de Terör Sorunu’na benzer. Bu sorun biz soykırım yapmadık, etmedik  demekle yetinenlerin, bu konuda halen bir devlet politikası üretememiş olanların çözebileceği bir sorun değildir.

Bu bakımdan aktif ve yaratıcı bir dış politika geliştirilmeli ve stratejik planlamalar yapılarak yürürlüğe koyacak kurumlar oluşturulmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu sorun kapsamında elinde bulunan en büyük silahının arşivleri olduğunun unutulmaması gerekir. İsmet İnönü’nün Lozan’da kendisini itham eden İngiliz başdelegesi Lord Curzon’a hitaben söylediği “Türk milletinin elleri bilhassa temizdir” cümlesinin arkasında durulmalıdır...
                                                                                                           
                                                                                           Aydın ŞİMŞEK
                                                                                           12 Şubat 2012
                                                                                          Twitter.com@aydin2850