23 Temmuz 2012 Pazartesi

İSKİLİPLİ ATIF HOCA GERÇEĞİ


İskilipli Atıf Hoca, şapka kanuna muhalefetten idam edilen son dönemin bir din mazlumu mudur? Yoksa ülkemizi boğmak için üstümüze çullanan gözlerini kan bürümüş emperyalistlerle iş birliği yapan bir vatan hainimidir? Cumhuriyet tarihimizin en büyük saptırma ve yalanlarına alet edilmiş olan Atıf Hoca konusunda ki  gerçek nedir?  

1876 yılında Çorum’un İskilip ilçesinin Tophane köyünde Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağaoğlu’nun oğlu olarak dünyaya gelen İskilipli Atıf Hoca, küçük yaşlarda anne ve babasını kaybederek öksüz kalmış ve dedesi Hasan Kethüda tarafından büyütülmüştür. Tahsiline kendi köyünde başlayan Atıf Hoca daha sonra İskilip’te Abdullah Efendi’den din ilmini öğrenmeye başlamış ve İstanbul’da Çarşambalı Hoca’dan aldığı eğitimle ilmini pekiştirmiştir. 1902 yılında İskilipli Mehmet Hoca olarak anılmaya başlamış ve aynı yıl ruus (bir nevi mesleki kariyer sınavı) sınavını vererek Fatih Camii’nde ders vermeye başlamıştır.

İstanbul Dar-ül Fünunu diyanet fakültesine kayıt olan Atıf Hoca 1905 yılında okulunu birincilikle bitirerek mezun olmuş ve Kabataş Lisesi’nde Arapça öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Öğretmenlik yaptığı bu dönem içerisinde, zamanın öğretim üyelerinin maaşlarının azlığını gerekçe göstererek şeyhülislamla tartışmış ve Bodrum’a sürgüne gönderilmiştir. Bodrum’da sürgündeyken eski bir medrese arkadaşı olan Kırımlı İbrahim Efendi’nin pasaportuyla Kırım’a kaçmıştır. Kırım’dan Varşova’ya geçen Atıf Hoca, II.Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a gelmiştir. 1910’da medrese müfettişliğine getirilen Atıf Hoca, bu dönemlerde Mehmet Âkif Ersoy’un da yazı yazdığı Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Sırat-ı Müstakim gibi dergilerde yazılar yazmaya başlamıştır. Balkan harbi esnasında donanmanın İslâm dinindeki yeri üzerine yazdığı yazılarını risale haline getirmiş ve devlet tarafından takdir edilmiştir.

Gericilerin ayaklandığı 31 Mart Vakası’nda katkı yaptığı gerekçesiyle Sinop, Çorum, Boğazlayan ve Sungurlu bölgesine sürgüne gönderilmiş ve bir buçuk yıl sürgün hayatı yaşamıştır.  1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüce Hilafet Merkezi)’de  İslâm fıkıhı ve tefsiri üzerine ders vermesi sonucunda ilim ve fikir çevrelerinde tanınmaya başlanmış ve İbtida-i Umum Müdürlüğüne (İlköğretim Genel Müdürlüğüne) getirilmiştir. Nakşibendi tarikatına mensup olan Atıf Hoca 19 Ocak 1919’da yakın arkadaşları olan Mustafa Sabri, Said-i Kürdi ve Ermenekli Saffet ile birlikte müderrisler cemiyetini kurmuş ve bu cemiyetin ikinci başkanı olmuştur. Müderrisler cemiyeti, İngilizlerin etkisi ile kendi içinde aldığı bir kararla adını Teal-i İslâm’a çevirmiştir. Teal-i İslâm Cemiyeti vatanın kurtuluşunu hilafet ile saltanatın güçlendirilmesinde görmüş ve Anadolu’daki milli hareketi engelleyici bir politika benimsemiştir. Halkın dini duygularını istismar eden cemiyet özellikle Konya İsyanı’nda başrol oynamıştır. Cemiyetin isim değiştirilmesi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi şeyhülislam olmuş ve Atıf Hoca birinci başkanlığa yükselmiştir.

Aynı zamanda sarayda padişahın huzurunda yapılan huzur derslerine, muhatap hoca (soruları kabul edip cevaplayan,bir nevi bilirkişi ) olarak katılan Atıf Hoca, Kuvay-ı Milliye ve Mustafa Kemal düşmanı olan Alemdar Gazetesi’nde yazılar yazmaya başlamıştır. 11 Nisan 1919’da Alemdar Gazetesi’nde  Mustafa Kemal ve Kuvay-ı Milliyecilerin ölüm fermanı fetvası yayımlanmış ancak Anadolu’da bulunan aklı selim din adamları Rifat Börekçi önderliğinde karşı bir fetva yayımlayarak bu oyunu bozmuştur. Bu oyunun bertaraf edilmesinin ardından İngiliz muhipleri derneği üyesi olan Şeyhülislam Mustafa Sabri bir bildiri hazırlamış ve Teal-i İslâm Cemiyeti yönetimine sunmuştur. Tahir-ül Mevlevi bildiriyi okuyunca derhal görevinden istifa ederek cemiyetten ayrılmış ancak Atıf Hoca istifasını sunup görevinden ayrılmayarak durumu kabullenmiştir.

İkdam Gazetesi’nde 16 Eylül 1919’da yayımlanan ve Yunan savaş uçaklarınca Anadolu topraklarına atılan bu altmış bin adet bildiride; Mustafa Kemal hakkında Selanik Dönmesi, yankesici, fitne, hain, işgalci, haydut, eşkıya, alçak, melun, cani, zalim, hırsız, canavar gibi çok çirkin ifadeler kullanılmış ve barışın imzalandığını,  eğer şartlara uyulmazsa, Kuvay-ı Milliyecilerin son ihaneti ile İstanbul’un bile elimizden alınacağını, bu yüzden bu hainlerin görüldüğü yerde öldürülmesinin farz olduğunu belirtilmiştir.

O dönemi göz önüne aldığımızda Anadolu halkının sadece yüzde iki buçuğu okuma ve yazma bildiği gerçeği bir yanda dururken, şapkamızı önümüze koyup düşünürsek, Anadolu’da bulunan cahil halk, Teali İslâm yöneticilerini ulema olarak bildiğinden, yayımlanan bu fermanın sözlerinin büyük kitleleri kışkırtacak bir güce sahip olduğu apaçık ortada değil midir? Emin olun ki yedi düvele meydan okuyan çılgın Türklere bu ferman, yunan ordusunun topçusundan ve piyadesinden daha fazla zarar vermiştir.

Her şeye rağmen kazanılan milli mücadeleden sonra çıkarılan bir af kanunuyla kurtulan Atıf Hoca, Türk milletine Müslüman barbarlar diye hitap edecek kadar kudurmuş İngiliz ajanı Mustafa Sabri ile ilişkisini kesmemiş ve yapılan yenilikçi devrimlere karşı tepkisini göstermiştir. 

Kelime-i Şehadet düşmanlarıyla işbirliği yapan Atıf Hoca, şapka devriminden bir buçuk yıl önce, dini açıdan hatalarla dolu, İslam kaynaklarına aykırılıkları ile dikkat çeken, şahsi kin ve saplantılarının hükme esas alındığı, halkı tahrik eden ve şapka giyenleri dinden çıkmış insanlar olarak göstererek onlara karşı cihat ilan edilmesini savunan Frenk Mukallitliği ve Şapka Risalesi’ni yayımlamıştır. Harf devrimleri ve hilafetin kaldırılmasında isyan etmeyen gericiler, II.Mahmut döneminde İngiltere’den ithal edilen fes de olduğu gibi şapka kanunun kabul edilmesinden sonra  Malatya, Sivas, Kayseri, Erzurum, Maraş ve Giresun’da ayaklanmalar çıkarmış ve genç cumhuriyeti zor durumda kalmıştır Şapka kanununun gerici kesimde bu kadar infial oluşturmasının temelinde, şapkanın laikliğin bir sembolü olarak görülmesi yatmaktadır.

Atıf Hoca bu ayaklanmalardan sonra, 7 Aralık 1925’te İstanbul’daki evinde tutuklanmış ve Giresun’daki ayaklanmaya müdahil olduğu ve isyan lideriyle bağlantısı olduğu düşünülerek, Giresun’a yargılanmak için götürülmüştür. Giresun istiklâl mahkemesince yargılanan Atıf Hoca, isyan lideri Hafız Muharrem’le yüzleştirilmiştir. Ancak gerici  isyanın lideri Atıf Hoca’yı tanımadığını beyan etmesi ve yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka Risalesi’nin, şapka kanunundan önce yazılmış olduğundan yeni kanunla bağdaştırılamayacağı kararı verilerek  Atıf Hoca beraat etmiştir.

Hayatı milli mücadeleye karşı savaşarak geçen Atıf Hoca İstanbul’a dönüşünde tekrar tutuklanmış ve bu kez Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Türk İstiklâl Savaşı sırasında Teali İslâm Cemiyeti’nin faaliyetleri nedeniyle yargılanmıştır. Dönemin ceza kanunun 55.maddesi gereğince, Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tamamen veya kısmen tağyir gerekçesiyle idam kararı verilmiş ve 4 Şubat 1926 yılında Karaoğlan çarşısında idam edilmiştir.

İşte tam burada günümüzün şarlatanları yaygara koparmaktadırlar. Mazlum din adamı ve milli mücadele kahramanı !!! İskilipli Atıf Hoca’nın şapka kanununa muhalefetten yargılandığı ve şapka giymeyi red ettiği gerekçesiyle idam edildiğini söyleyerek Atıf Hoca’yı şehit ilan ederler. Bu iddia tamamen uydurmadır. Atıf Hoca milli mücadele döneminde yapmış olduklarından dolayı yargılanmış ve idam edilmiştir. Ayrıca şapka kanunu herkesin şapka giymesi zorunluluğunu getirmemektedir. Kanun, sarık, fes gibi çağın gerisinde kalmış başlıkların yerine modern şapka giyilmesi gerektiğini belirtmiş ve milletvekilleri ile memurlara zorunlu kılmış, ancak halka serbest bırakmıştır. Ayrıca, İskilipli Atıf Hoca’nın şehit olduğunu söylemek, milli mücadele döneminde gözünü kırpmadan, bu vatan toprağının savunmasında canını vererek şehit olanlara insafsızlık yapmak değil midir? O zaman onlar hangi mertebeye girer?  


Atıf Hoca ile ilgili anlatılan bir başka masal ise, rüyasında peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.)'i gördüğü ve kendisini yanına istediği için savunma yapmadığı ve tüm bu olanları aynı hücreyi paylaştığı Tahirül Mevlevi'ye anlatmasıdır. Bu iddia tamamen hayal ürünüdür. Atıf Hoca mahkemenin sonuna kadar en fazla savunma yapan kişi olmasının yanı sıra Tahirül Mevlevi ile sadece mahkeme salonlarında karşı karşıya gelebilmiş ve Tahirül Mevlevi kendisine böyle bir şey anlatmadığını söylemiştir.




Hiçbir mantıksal karara dayanmayan bir takım geleneklerin, inançların korunmasında direnen ulusların ilerlemesi çok güç olur. İşte bu nedenledir ki Atıf Hoca, cumhuriyet devrimlerine direndiği için kahraman gibi gösterilmek istenmektedir. Maalesef geldiğimiz noktada bir yalan bin tane gerçeğin önüne geçebilmiştir.


Not: İskilipli Atıf Hoca Hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler, Engin ULUSOY’un “Başındaki O Pis Ne? Şapkadan Türbana Cumhuriyetle Yüz Yıllık Kavga” kitabından edinebilirler.


Not-2 : İskilipli Atıf Hoca gerçeği başlıklı bu yazım 23 Temmuz 2012 tarihinde www.guncel61.com internet sitesinde yayımlanmıştır. 




                                                                                                                   Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                                  23 Temmuz 2012 
                                                                                                                  Twitter.com@aydin2850
                                                                                                                  





17 Temmuz 2012 Salı

SAİD-İ NURSİ KİMDİR?


Said-i Nursi, geçtiğimiz yıl vizyona giren ve milyonlarca kişi tarafından izleneceği söylenen, ancak iki yüz bin kişinin emirlere atfen gittiği “Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşına Katkısı” masalını anlatan, yedi düvele meydan okumuş Mustafa Kemal Atatürk’e posta koyduğu yalanını gösteren, Hür Adam filmindeki gibi bir Hür Adam mı? Yoksa, her zaman otoriteye baş eğen ve özellikle Amerika’nın güdümünde olan “Güdülen Adam” mı dır? Sahi kimdir bu Said-i Nursi?

Said-i Nursi, 1877 yılında Bitlis İli’nin Hizan İlçesi’nin İsparit kasabasına bağlı Nurs Köyünde dünyaya gelmiş ve 23 Mart 1960’da Urfa’da ölmüş ve buraya defnedilmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonucunda Demokrat Parti’nin devrilmesinin ardından kemikleri mezarından alınarak Isparta’da bilinmeyen bir yere gömülmüştür. Önceleri Said-i Kürdi olarak tanınır ve bu ünvanı kullanır, soyadı kanunundan sonra doğduğu köye atfen Nursi soyadını alır. Ufak yaşlarda bölgede etkili olan Nakşibendi tarikatına girer. Said-i Nursi’nin ilmi kariyeri yoktur. Mahalle mektebinde okumuş ve gençliği medreseler arasında geçmiştir. Düzenli bir eğitim ve öğretim hayatı olmamıştır. Tizyak adlı risalesinin 68 nci sayfasında risalelerini yazma bilmediği için Nur Şakirtlerinin yazdığını belirten Kürdi, risalesinde kendisini “yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmi” diye tarif etmiştir.


Bitlis Valisi Tahir Paşa’nın II.Abdulhamit’e 1907 yılında gönderdiği mektubunda ; “Kürdistan alimeleri arasında üstün zekasıyla tanınan Molla Said Efendi hasta olduğundan, padişahın merhametine ve ilgisine sığınarak bu defa padişaha başvurmak istemiştir.” diyerek tedavi edilmesini istemiş ve II.Abdulhamit Kürdi’yi bir süreliğine akıl hastanesine yatırmıştır. 

Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a gelerek, meşrutiyet karşıtı İttihad-ı Muhammed-i Cemiyetinin kurucuları arasında yer alan Deli Said, 31 Mart Vakasının fitilini ateşleyen Derviş Vahdeti’nin Volkan Gazetesinde ve Kürdistan dergisinde yazılar yazmış ve ilk yazısını Türkçe bilmediğini ifade ederek bitirmiştir. Hareket ordusunun 31 Mart Vakasını bastırmasının ardından yargılanan Kürdi beraat etmiştir.  

Nurcu yazarların yazılarında ısrarla belirttiği, “Kürdi Van’da üniversite kurmak istiyordu.” yalanını Kürdi anılarında, İttihat ve Terakki’nin Van’da bir üniversite kurma düşüncesi olduğunu belirterek kendisini yücelten yazarların ipliğini yine kendisi ortaya çıkarmış ve İttihat ve Terakki tarafından kullanıldığını itiraf etmiştir.

25 Haziran 1918’de İstanbul’a gelen Kürdi, kardeşinin oğlu Abdurrahman’ın Çamlıca’da ki köşküne yerleşmiş ve kitabını yazdırmaya başlamıştır. Kürdi bu işlerle uğraşırken Anadolu itilâf devletlerince adım adım işgal edilmeye başlanmıştır. Kürdinin İstanbul’da ücretli olarak çalıştığı Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de haya ve namus, çocuk düşürme, memleket gençliği ve ahlaksızlık gibi beyannameleri yayınlamıştır. Bu kadar önemli işlerle uğraşan Kürdi’yi, Yunanlıların kanlı İzmir işgaline tepki olarak toplanan mitinglerde ise görebilen yoktur.

Çeşitli din adamlarının Kurtuluş Savaşı’na destek vermek için Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurmuş olmasına rağmen Kürdi, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak için İngilizler tarafından kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti kurucuları arasında şerefiyle (!!!) görev almıştır. Bu cemiyet tarafından düzenlenen Koçgiri Ayaklanması, Kuvay-ı Milliye güçlerini bir hayli uğraştırmıştır. Bu cemiyetin yönetim kurulu işgalci güçlerin, komiserlerini ziyaret etmiş ve kürt milli haklarının sağlanması için kendilerine yardım edilmesini istemişlerdir. Kürdi Hıristiyan Amerika’nın bütün dünya Müslümanlarını kucakladığını ve okşadığını söyleyerek Amerika’yı baş otorite ilan etmiş ve bu tutumu Kürdi’nin günümüzdeki öğrencilerine de çok güzel bir örnek oluşturmuştur…!!!     

Tabiki Kürdi’nin meziyetleri bunlarla da sınırlı kalmıyordu. Kürdi, Teali İslam Cemiyeti’ne de katılarak, Kuvay-ı Milliye hareketine karşı tüm mal varlıklarını harcamaya yemin ettiklerini belirtmiş ve cihat ilan etmiştir. Türkün ateşle imtihan verdiği o tarihlerde Kürdi, “Sunuhat”, “Hakikat Çekirdekleri”, “Nokta”, “Rumuz” ve “İşaret” gibi risaleler kaleme almış ve Osmanlı’nın çöküşünü Jön Türklerin İslâmdan uzaklaşmasına bağlamaya başarabilmiştir. 

Kürdi, milli mücadeleye olan önemli !!! katkılarından sonra, savaş bitiminde Ankara’ya gelebilmiştir. Savaş bitimine kadar İstanbul’da kalmasını ise, İstanbul’un Anadolu’dan daha tehlikeli olarak görmesine bağlamıştır. Oysa ki o günlerde İstanbul’da kalanların işbirlikçiler, korkaklar ve hainler olduğunu herkes bilmektedir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Müslümanın Müslümana propagandasını yapan Kürdi, Ankara’da çağdaş din adamlarının yanında kendisine yer bulamayıp istediklerini yapamayınca, Van’a gitmek için Ankara’dan ayrılmış ve soluğu Eylül 1924’te Erzurum’da almıştır. Erzurum’da Şeyh Sait isyanında rol oynayan, kardeşinin Van sorumluluğunu üstlendiği, ayrılıkçı Azadi örgütünün ileri gelenleriyle görüşmüştür. Azadi örgütünün yapı taşlarından birisi olduğu ayrılıkçı Şeyh Sait isyanı başarıya ulaşamamış ve Kürdi isyana katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak, önce Van’da hapsedilmiş, ardından sırasıyla Antalya, Burdur ve Isparta’ya sürgün edilmiştir.

Kürdi özgürlüğünün elinden alındığını ve sürekli sürgün edildiğini söyler. Bu yüzden de Mustafa Kemal’i ağır bir dille eleştirir. Ancak Menderes döneminde bile sürgüne gönderilir ve hatta Ankara’ya dahi sokulmaz. Çünkü insanlara çeşitli iftiralar atmakta ve tahrik edici konuşmalar yapmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen, Kürdi’ye gösterilen hoşgörü Nazım Hikmet’e gösterilmemiştir.

İstiklâl mahkemesince yargılanan Kürdi beraat etmiştir. Ancak, 1950’de Şeyh Sait ayaklanmasını mukkades cihat olarak adlandırmış ve ayaklanmaya silahla destek vermediğini ama propaganda ve örgütlenme çalışmalarıyla destek olduğunu Şeyh Sait’in oğullarına anlatmıştır. Hatta bu ayaklanmada ölen eşkıyaların yanında olamadığı için kederlerle ve gamlarla teessürle gözyaşları döktüğünü belirtmiştir. Şu talihsizliğe bakınız ki !!! aynı Kürdi, yurdun işgal günlerinde şehit olan Müslüman Türk evlatları için kılını dahi kıpırdatmayı aklının ucuna dahi getirmemiştir.



Meşrutiyet öncesinde İttihat ve Terakki’nin, Meşrutiyet sonrasında ayrılıkçı kürt hareketinin, I.Dünya Savaşı sırasında Almanların, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde irticai ve ayrılıkçı kürt hareketlerin etkisinde kalan Kürdi, II.Dünya Savaşı sırasında ise yüz bin lira karşılığında Cemal Kutay’a kendisini yücelten tamamen propaganda amacıyla kitap yazdıran, dinsel söylemleri ve uygulamaları ön plana çıkaran Demokrat Parti’nin ve Sovyetler tehlikesine karşı dinimizi koruyacak olan ABD’nin etkisinde kalmıştır. Böylece hem Demokrat Parti hem de ABD Kürdi’nin hem etinden hem de budundan istedikleri gibi yararlanmıştır.

74 yaşında “5000 genç nur talebemle Kore’de komünistlerle harp etmek için gönüllü olarak bende giderim” diyebilen Kürdi, 43 yaşındayken Anadolu’da ki bağımsızlık hareketine neden katılmamıştır…??? İşin diğer bir ilginç yanı ise, 74 yaşında komünistlerle harp etmek için kendinde güç bulabilen Kürdi, Hacca gidecek gücü bulamamış ve hacca gitmemiştir. Hacca gitmemiş olmak, büyük bir din alimi için utanılacak bir durum değil midir?

İşte böyle, Kürdi’nin gerçek yaşam öyküsü budur. Kürdi’nin yaşamı hakkında yazılanları okudukça büyük Atatürk’ün “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır.” sözünün günümüzü ne kadar iyi tarif ettiğini bir kez daha görüyoruz…


Not: Said-i Kürdi için daha geniş bilgi almak isterseniz Mustafa Yıldırım'ın Meczup Yaratmak isimli eserini okumanızı öneririm. 


                                                                                                     Aydın ŞİMŞEK
                                                                                                    17 Temmuz 2012
                                                                                                     Twitter.com@aydin2850