Heybeliada Ruhban Okulu meselesi
uzun bir zamandır ülkemizin çözüm için uğraştığı ama başarı sağlayamadığı bir
mesele olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Batı Trakya’da azınlık olarak lanse
edilen Türk halkının kendisine müftü dahi seçememesine rağmen neredeyse cemaati
bile kalmamış olan bir Patrikhane, Ruhban Okulu konusunda neden bu kadar
diretmektedir? Aydınlarımızın dahi üzerinde anlaşmaya varamadığı bu sorun
nereden kaynaklanmaktadır?
Heybeliada Ruhban Okulu, 8 Ekim
1844 tarihinde Sultan Abdulmecit’in verdiği fermanla teoloji (tanrı bilimi ile
ilgili) okulu olarak hizmet vermeye başlamıştır. 1894 yılındaki büyük İstanbul
depremi ile yıkılan okul, 1896 yılına kadar onarılmış ve bu sefer II.Abdulhamit’in
iradesiyle hizmet vermeye kaldığı yerden devam etmiştir. Açılmış olduğu
dönemden itibaren her zaman orta dereceli bir okul olarak görülmesine rağmen,
1950 seçimleri öncesi Demokrat Parti’nin Rum vatandaşlarımızın oylarına
karşılık Patrikhaneye vermiş olduğu söz ile 8 Aralık 1950 yılında teoloji
ihtisas okulu olarak yüksekokula yükseltilmesi ile değiştirilmiştir. Okulun
yüksekokul olarak değil, orta dereceli olarak kalmasında ki önem, okulun gizli
olarak vermiş olduğu diploma ile Türkiye dışında Ortodoks Hıristiyan teolojisi
öğretmeni unvanına kavuşulmasıdır.
Osmanlı Devleti’nin Fatih Sultan
Mehmet zamanından itibaren azınlıklara tanımış olduğu geniş imtiyazlar
sayesinde özellikle Rum Milleti ya da o zamanlar ki adıyla Rum Cemaati, devlet
içerisinde devlet konumuna gelmiştir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan
Antlaşması ile birlikte azınlıklara verilmiş olan tüm imtiyazlar kaldırılmış ve
Türk vatandaşları ile eşit statüye sahip olmuşlardır. Lozan Antlaşmasında iç
işlerimize emperyalist devletlerin burnunu sokmasını istemeyen genç
Cumhuriyet’in çılgın yöneticileri, azınlık okulları hakkında bir düzenleme
yapılmasına mani olmuş ve okulun statüsünün orta dereceli okul olarak kalması
koşulu ile Ruhban Okuluna tolerans göstererek faaliyetlerine devam etmesine
izin vermiştir.
Cumhuriyet’imizin kuruluş dönemi
için bir milat olarak kabul edilen 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat
Kanunun kabul edilmesiyle birlikte tüm ortaokul ve liseler milli eğitim
bakanlığına bağlanmış ve milli eğitim sistemimiz çağdışı ve gericilikten
kurtarılarak modern bir yapıya kavuşturulmuştur.
Ruhban Okulu, Tevhid-i Tedrisat
kanunun kabulüne rağmen faaliyetlerine devam etmiştir. 1965 yılında kabul
edilen özel öğretim kurumları kanunun kimi maddelerinin Anayasaya aykırı
olduğunu saptayan Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 1971’de aldığı kararla özel yüksek
okulların devletleştirilmesini istemiş ve tüm özel yüksek okullarla birlikte
Heybeliada Ruhban Okulu’nu da kapatmıştır. Ancak Heybeliada Ruhban Okulu’nun
faaliyetlerine devam edebilmesi için, Fener Rum Patrikhanesine ilki 21 Aralık
1971’de ikincisi 14 Aralık 1999’da olmak üzere devlet bünyesinde faaliyet
gösteren bir ilahiyat fakültesinin bölümü olarak açılması teklifi
götürülmüştür. Sorunun çözümü için taşın altına elini sokarak çözüm önerileri
getiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Fener Rum Patrikhanesinin uzlaşmaz
tavırları ve din adamı yetiştirme hakkı elinden alınmış bir azınlık olarak
gösterme çabaları ile karşı karşıya kalmıştır. Sunulan çözüm önerilerine rağmen
Fener Rum Patrikhanesi okulu kendi isteği ile açmamış ve kapalı olarak
durmasını sağlamıştır. Bu durum uluslararası politikada Türkiye Cumhuriyet’ini
emperyalist devletler karşısında zor durumda kalmasına neden olmuştur.
Peki Fener Rum Patrikhanesinin isteği
nedir? İsteklerini sıralayacak olursak ilk husus olarak Patrikhane, Türkiye Cumhuriyet’i
Devleti’nin Ruhban Okulu üstünde denetim hakkının olmamasını ve sadece
kendisine bağlı olarak eğitim vermesini istemektedir. Bu durum Patrikhane için
o kadar önem arz etmektedir ki !!! Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi
ülkesinde bulunan bir okulun diplomasını tanımamasını dahi isteyebilmektedir.
İkinci husus ise, Ruhban Okulunun Türkiye’den olduğu gibi diğer ülkelerden de
öğrenci alabilmesini ayrıca Fener Rum Patrikhanesi’nde patrik, kutsal sinod ve
metropolitlerden “Türk Vatandaşı Olmak” şartının kaldırılmasını istemektedir.
Milli mücadele dönemimizde bir
şer odağı olarak görev yapan Patrikhanenin isteklerini incelediğimiz zaman bu
durumun tamamen Osmanlı zamanında kendilerine verilmiş olan imtiyazların yenilenmesi
demek olduğunu görmekteyiz.
Ülkemizdeki lise düzeyine kadar
olan okulların Milli Eğitim Bakanlığına, yüksek okul ve üstünün ise Yüksek
Öğretim Kurumuna bağlı olarak devletin kontrolünde olduğunu Patrikhanenin
bilmesine rağmen, kendilerini tüm kurumların üzerinde görerek, Türkiye
Cumhuriyet’in ilkelerini hiçe saymakta ve devlet içinde devlet olabilmek için
diretmektedir. Ülke sınırları içerisinde bulunan bir okulu devlet nasıl kontrol
edemez? Hangi tam bağımsız bir ulus devlet bunu kabul edebilir? Patrikhanenin
bu isteği Lozan Antlaşması dahil olmak üzere Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve
Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu ülke sınırları içerisinde olan hiç
bir kuvvetin Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde olmadığını herkesin aklının bir
köşesine yazması gerekmektedir.
Müslüman ülkeler içerisinde laik
kalmayı başarabilen ülke olan Türkiye’de dini eğitim veren özel okul açılamazken,
bu özel üniversiteler de nasıl eğitim veriyor diye düşünebilirsiniz? Anayasamızın
çerçevesini belirlediği eğitim veren özel üniversiteler, vakıflar tarafından
kurulan Yüksek Öğretim Kurumuna bağlı olarak eğitim veren kurumlardır. Patrikhane
ise bir vakıf olmadığı gibi Anayasanın belirlediği ilkeleri de reddetmektedir.
II.Mahmut devrinde gerçekleşen
1821 Mora isyanı esnasında Patrikhane içerisinde yapılan aramada asilere
yazılmış mektuplar, Hariciye Nazırının mahiyetinde çalışan Rumların verdiği
gizli bilgiler, İngiliz ve Fransız elçiliklerinden alınan gizli bilgilerin
bulunması üzerine Patrik Gregoryus Patrikhanenin orta kapısında asılmıştır.
Bu kapı bugün Petro kapısı adıyla
bilinmektedir ve kin kapısı olarak görülmektedir. Kin kapısı olarak görülen bu
kapı o zamandan günümüze kadar kapalı tutulmuş ve açılmamıştır. Milli mücadele
döneminde Yunanistan’ın Megali İdea planına destek vererek kapısına Bizans
bayrağı asan ve savaşlarda yaralanan yunan askerlerini tedavi eden, Atatürk’ün
tabiriyle fesat ve hıyanet ocağı olan Patrikhanenin !!! Ruhban Okulunda görev
yapacak din adamlarının Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olması zorunluluğunu
neden kabul etmediğini tarihi geçmişine baktığımızda daha iyi idrak edebileceğimizi
düşünüyorum.
Sonuç olarak, bu mesele
azınlıklara özgürlük, hepimiz rumuz, hepimiz patriğiz, bize bıraksalar 24 saat
içerisinde çözeriz gibi basit ve bayağı yaklaşımlarla çözülemeyeceği ve bu
şekilde şovenist çözümlerin ülkemize ve devletimize zarar vereceği bir an olsun
aklımızdan çıkmaması gerekmektedir. Güçsüz beyinler, yetersiz gözler, gerçeği
kolaylıkla göremezler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir hukuk devleti
olduğu gerçeğinden hareketle Anayasamızın belirlediği temel prensiplere göre davranılmalı
ve uluslar arası arenada bizi zorda bırakacak, Lozan Antlaşmasında belirlenen
eşitlik ilkesinin çiğnenmesini engelleyecek kararlar alınmalıdır.
Not: 15 Ağustos 2012 tarihinde www.guncel61.com sitesinde yayımlanmıştır.
Aydın ŞİMŞEK
15 Ağustos 2012
Twitter.com@aydin2850